“Oğlumu içime gömdüm”
Asker kapıya dayandığında karım Fatma’ya “Ali Ekber’e söyle mutfağın camından kaçsın. Ben askerleri oylarım.” dedim.
Yirmi iki yaşındaydı Ali Ekber, gözümün nuruydu. Öyle çalışkan bir çocuktu ki ilkokulu pekiyiyle ortaokul ve liseyi de birincilikle bitirdi. Üniversiteyi kazandığında annesine “Avukat olacağım” dedi. Zaten istediği de oydu.
Bir de yavuklusu vardı Ali Ekber’in. Adı Seher. Hataylıydı kız aynı sınıftaydılar. Saçları uzun, gözleri siyah tam da Ali Ekber’imin boyundaydı. Gülünce gözleri gülerdi kızımın birbirlerine çok yakışırlardı.
İkinci sınıftayken annesiyle babası bize geldi Seher’in. Bizim çocuklar öyle uygun görmüşler bizde onlara uyduk. Bir düğün yaptık ki dillere destan. Üniversiteden hocaları, sınıftan arkadaşları, koru komşu akrabaları iki gün iki gece düğün yaptık.
Üçüncü sınıfa geçtiklerinde siyasetle uğraşmaya başladı Ali Ekber. Hem mahallede hem okulda gösteri ve yürüyüşlere katılırdı oğlum. Yapma dedik etme dedik ama dinletemedik. Seher kızımda katılırdı ama onun kadar değildi. O daha çok derslerine çalışır bize de şakayla “Bari okulu ben bitireyim de Ali Ekber’in başına bir iş gelirse onu savunurum” derdi.
12 Eylül geldiğinde bir hafta eve gelmedi Ali Ekber. İyi de etti. Askerler henüz evi basmamıştı ama sağdan soldan duyuyorduk her an eve baskın yapabilirlerdi. Nerden bilirdik onun geldiği gün sabaha karşı evi basacaklarını.
Asker kapıya dayandığında karım Fatma’ya “Ali Ekber’e söyle mutfağın camından çıkıp kaçsın. Ben askerleri oylarım.” dedim. Ben yavaş yavaş kapıya doğru giderken Fatma koşarak çocukların odasına girdi. Kapının önünde beş dakika oyaladım askerleri ama içeride ne olup bittiğini bilmiyordum. Daha fazla tutamadım sonunda içeri girmişlerdi.
Bir komutan vardı yanlarında sekiz de asker. İçeri girer girmez her biri bir yere dağıldı askerlerin. Komutan bana ve Fatma’ya “Sizler yanımdan ayrılmayın” dedi. O nereye giderse bizde onunla gidiyorduk. Yatak odasının kapısını komutan açtı. Hayret, Seher yoktu ortalıkta! Komutan bana “Oğlun nerede?” dedi “Bilmiyorum” dedim. Köpürdü komutan belinden çıkardığı silahın kabzasıyla karnıma vurdu “Koskoca adamsın, oğlunun nerede olduğunu bilmiyor musun?” dedi. Sustum bir şey diyemedim.
Sonra Fatma’ya döndü komutan “Gelinin nerede?” dedi o da "Bilmiyorum” dedi. Yediği darbeyle yatağın üzerine yığıldı kaldı. O an anladım çocuklar bu kısacık süre içinde yatağı düzeltmişler ve camdan kaçmışlardı. İçimden bir gülümseme geldi “Aferin çocuklara” dedim.
Sonra bir asker koşarak geldi yanımıza “İçeride kimseler yok komutanım” dedi. Öyle öfkeliydi ki komutan askerin elinde süngüsü takılmış tüfeği alıp döşüne sert bir yumruk atarak onu kapı dışarı etti. Sırt üstü yere yığıldı asker, komutan aldırmadı bile “Orada kal kapıyı da ört” dedi.
Odada ben, Fatma ve bir de komutan üçümüz kalmıştık. Doğrusu çocukların durumu tam olarak neydi bilmiyorduk. Bir var ki odaya girerken mutfağın camının açık olduğunu görmüştüm ve muhtemelen kaçmışlar diye düşünüyordum.
Süngüsü takılı elinde tüfeğiyle etrafa göz gezdirmeye başladı komutan. Bir taraftan da “Yatak bozulmamış demek evde yoklar öyle mi?” diye söyleniyordu. Ama hırslıydı komutan adeta yerinde duramıyordu. Birden öyle bir hareket yaptı ki arkası dönük olmasına rağmen yönünü değiştirdi ve iki ayağını havaya kaldırıp zıplayarak elinde ki süngüyü yüklüğün ardında ki boşluğa sapladı.
Önce “Anam” sesini duyduk sonra Fatma “Yavrum” dedi ve yığıldı olduğu yere. Beyaz bir örtü vardı yüklüğün üstüne kırmızıya boyandı. Fatma boylu boyunca yere uzandı dili dışarıda kaldı.
Karım Fatma’yı orada kaybettik, Seher bir ay hastanede yattı. Hastaneden çıkınca Seher’i memleketine ana babasının yanına gönderdim. Ortalık sakinleşince getiririm diye düşündüm. Bir var ki ne ortalık sakinleşti ne de Seher e “Gel” diyebildim.
Yaklaşık altı ay Ali Ekber’i aradım koca şehirde. Sormadığım makam kalmadı. Bulamadım. Sonra bir gece eli silah ve sopalı gözü dönmüş kalabalık bir grup kapımı çaldı. İçlerinden biri “Ali Ekber’in babası sen misin?” diye sordu “Benim” dedim. Eşikten adımını içeri attı en önde olanı “Oğlun nerede” dedi “Bilmiyorum” dedim. Sonra bir adım geri çekildi aynı adam, kapının kenarından Ali Ekber’i tutup yüzü koyun içeri fırlattı.
Ağzında dişi kalmamıştı Ali Ekber’in. Yüzü gözü şişmiş üzerinde beyaz mintan al kana boyanmıştı. Gülüyordu adam bir daha sordu aynı soruyu “Oğlun nerede?” diye. Yere çömeldim usulca. Oğlumu başından tutup göğsüme yasladım. Nefes almıyordu Ali Ekber’im. Vücudu buz kesmişti. Ağladım saatlerce ağladım.
Aradan bir ay geçti. Bir gece bir cemse dolusu asker yine kapıma dayandı. Kapıyı açar açmaz içeri dağıldı askerler, etrafı aramaya başladılar. Komutan kenara çekti beni, silahın namlusunu boğazıma dayayıp sordu “Oğlun nerede?” diye. Tükenmiştim oysa. Ne konuşmaya ne susmaya tahammülüm vardı. Oysa daha bir ay önce gömmüştüm oğlumu annesinin yanına. Ama demedim kimseye. Diyemedim. Biliyordum ki onlar orada da rahat bırakmazdı yavrumu. Dimdik durdum komutanın karşısında. Bir gözüm oğlumun duvarda asılı duran resmindeydi. Sonra yüzümü çevirdim komutana gür bir sesle bağırdım “Ben size soracağıma siz bana soruyorsunuz oğlumu. Düzeniniz batsın. Oğlumu” dedim “oğlumu içime gömdüm.”
// Veli Bayrak // Alıntı