10 Şubat 2013 Pazar günü Milliyet Gazetesi nin 28. Sayfasında düşünenlerin düşüncesi köşesinde CHP İzmir Milletvekili Sayın Rıza TÜRMEN in bir yazısı yayımlandı. Yazı "etnik kimliğe dayalı vatandaşlık yanlış" başlığı taşıyor.
12 Şubat 2013 günlü "Anayasa geniş uzlaşmayla olmalı" başlıklı yazısında Fikret BİLA bu düşünceyi Genel Başkan Kemal KILIÇDAROĞLU na sorduğunda şu yanıtı almıştır:
"Anayasa çalışmaları konusunda tartışma konularından biri de vatandaşlık maddesinde yaşanıyor. Bu bağlam yeni anayasada, "Türk milleti, Türk vatandaşı, Türk vatandaşlığı" gibi kavramların bulunmasına BDP karşı çıkıyor. Bu konu, CHP içinde de tartışılmıştı. Kılıçdaroğlu, bu konudaki görüşünü de şöyle özetledi: "Türk milleti kavramı yeni anayasada da yer almalı. Bizim önerimiz, yeni anayasanın başlangıcında Türk milleti olgusuna yer verilmesi yönünde. Türk milleti elbette anayasada yer alacak."
Kılıçdaroğlu na, CHP nin Uzlaşma Komisyonu üyesi ve eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen in, vatandaşlık tanımının anayasada yer alması gerekmiyor biçimindeki açıklamasını anımsattığımda şu karşılığı verdi: "Bizim, parti olarak bu konudaki görüşümüz belli. Komisyona bu maddeyle ilgili önerimizi de verdik. CHP nin önerisinde Türk vatandaşlığı ifadesi ve tanımı yer alıyor."
Milletvekili TÜRMEN, CHP nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu nda kendisini temsilen görevlendirdiği üç üyeden biridir. CHP nin bu Komisyon a önerisi ise, "Türk vatandaşlığı" biçiminde sunulmuş bulunuyor. Demek ki kendisi, CHP nin bu önerisinin doğru olmadığını düşünüyor. İşin bu yönü, parti açısından değerlendirilmesi gereken bir boyuttur.
Bu değerlendirme, yazının yayımlandığı gazetenin "düşünenlerin düşüncesi" köşesinde yer aldığı da göz önünde tutularak, yazının yalnızca düşünce boyutuyla ilgilidir.
"TÜRK VATANDAŞLIĞI" NEDEN YANLIŞ ve NEDEN YANLIŞ DEĞİL?
Yazar, Türk vatandaşlığının, bir "etnik köken"e dayandığı için kabul edilemeyeceği görüşündedir:
1. İkinci dünya savaşının ardından vatandaşlık ve ulus devlet arasındaki bağ kopmuştur. Temel hak ve özgürlüklerden yararlanmak için bir ulusa mensup olma koşul olmaktan çıkmıştır.
2. "Türk" sözcüğünün etnik anlamı olmayan bir ortak üst kimlik olabilmesi için her şeyden önce başka etnik grupların da bunu kabul etmesi gerekir. Oysa böyle bir kabul yok.
3. "Türk" sözcüğü etnik anlam taşır. "Bu örnekler de... bu topraklarda yaşayan ve farklı etnik kökenlerden gelen bütün yurttaşları kapsamadığını; belli bir etnik kökene karşılık gelecek şekilde anlaşıldığını gösteriyor.4. Farklılık içinde birlik ve bütünlük yaratan bir anayasa istiyorsak, etnik bir üst kimliğe dayanan bir vatandaşlık tanımından vazgeçmemiz gerekiyor.
Bu savlardan ilki, tarihsel gerçeklere aykırıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş savaşlarıyla dolu. Azgelişmiş ülkeler dünyası, bu tarihten başlayarak "yaşasın bağımsızlık ve ulusal egemenlik" dediler. Sömürgeciliğin kanlı tarihi o yıllarda ulusal direnişlerle kapandı. Diplomasi adı verilen uluslar arası ilişkiler, tarihte hiç olmadığı kadar çok sayıda ülkeyi İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapladı.
İkinci sav kısmen doğrudur. Türk vatandaşlığı siyasal kurumunu, yurttaşların büyük bir bölümü severek içselleştirmiştir. Genel kabul vardır. Durumun istisnası, Güneydoğu Anadolu merkezli etnik kimlik siyaseti güden gruplar ve 30 yıla yayılmış terörle yaratılan kanlı ortamdır. Bu kısmi ve kendine özgü reddiye, sorun çözülsün diye Türk sorunu yaratmaya yetmez. Böyle yapılırsa sorun ile çözüm arasındaki dengesizlik, asimetri, mevcut sorunu çözemeyeceği gibi altından kalkılması çok güç bambaşka sorunlar doğurur. Kaldı ki, köklü bir tarihsel geçmişten gelen kurucu-birleştirici kavramların tarihsel temeller göz ardı edilerek isteksizlik gerekçesiyle reddinin mümkün olduğu nasıl düşünülebilir?
Üçüncüsü, Türk sözü etnik anlam taşımaz. Elbette bir toplumsal anlamı vardır; ama Türk adıyla hiçbir etnik grup yoktur. Türkmen, Yörük, Tahtacı.... etnik gruplar vardır. Oğuz boylarının toplulukları, bin yıllık Anadolu tarihi ve yüz yıllık uluslaşma süreci içinde, kendi renklerini kurulan siyasal birliğe vermişlerdir. Renklerini, yani dil ve kültürlerini vermişler ve geri çekilmişlerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca ve şimdi, bu etnik gruplar ben "egemen unsur"um diyerek hiçbir toplum ve devlet mekanizmasında tekel ya da kast olmamışlardır. Aksine, bu etnik gruplar ülkemizin gelişmesinden belki de en az payı alanlardır. Üstelik, içlerinden bir bölümünün Alevilik inancı nedeniyle Osmanlı dan bugüne pek çok haksız saldırıya hedef oldukları da açık bir gerçektir.
Türk vatandaşlığı, her etnik kökenden insanımızı kucaklayabilen esnek ve gelişkin bir toplumsal bağdır. Türk kavramının İkinci Dünya Savaşı arifesinde kimilerince soy-bağlı tanımlanmaya gayret gösterilmiş olması, kimilerince de 12 Eylül rejimindeki gibi başka etnik grupları inkar aracı olarak kullanılmaya çalışılmış olması, kavramın kendinden doğan bir sorun değildir.
Dördüncü sav, "farklılık içinde birlik ve bütünlük istiyorsak etnik üst kimlik olmaz" görüşü tuhaftır. Elbette kültürel farklılıkların korunup geliştirilmesini istiyoruz. Etnik kimlik ana-baba demektir. Onun reddi, ana-babanın reddi anlamına gelir ki, bunu hiç kimse kabul etmez. Ama bu farklılıkları koruyarak birlik sağlamanın yamalı bohça gibi bir milliyetler devleti yaratmakla da hiçbir ilişkisi yoktur. Ulusal devlet, farklılıklarla uzlaşır-çelişkili bütünlüğünü yaratmanın en elverişli araçlarından biri olma yeteneğine sahiptir. Milliyetler devleti ise, çağımızda farklılıkları birbirlerinden uzaklaşmaya zorlayan yapısı nedeniyle bütünlük sağlama yeteneğinde değildir.
NEDEN BAŞKA BİR TANIM GEREKİR?
Yazar "aslında Anayasa da vatandaşlık başlıklı bir madde yer alması gerekmiyor" görüşündedir. Ama bir düzenleme madem ki yer alsın isteniyor, o zaman adını söylemediği başka bir tanım [örneğin TC vatandaşlığı] getirilsin diyor.
Peki neden? Yazıya göre:
1. Soğuk savaşın sona ermesinin ardından, etnik ve dinsel kimlikler öne çıkmaya başlamıştır. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü.
2. Artık bir ulus devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, farklılıkları dikkate alınmaksızın eşittir demek yetmiyor" diyor. Bireyler "iyi ama, benim kimliğimi oluşturan farklılığım ne olacak, ben farklılığımla birlikte eşit olmak istiyorum" diyorlar.
3. Bu, Türkiye nin demokratikleşmesi ve anayasanın gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi [olması] bakımından gerekir.
Tartışma Türkiye ye ve bugüne ilişkindir. Oysa sıralanan üç gerekçenin Türkiye ile ilişkisi yoktur. Başka bir deyişle sıralanan üç gerekçe, dünyanın herhangi bir ülkesi içinde geçerli sayılabilir. İlki "zamanın ruhu böyle!" anlamına gelmektedir. İkincisi "bireyler öyle istiyor" diye özetlenebilir. Üçüncüsü de bir tür "iyi anayasa ruhu" ile ilgilidir.
Türkiye ile ilişkisi kurulmamış, herhangi bir ülke için kullanılabilecek nitelikte olan bu gerekçeler doyurucu olmasa da, bir an için kabul edelim. Asıl büyük sorun bu noktada karşımıza çıkıyor.
KİMLİKLER SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA MI ÖNE ÇIKTI?
Yazar, "başka bir vatandaşlık tanımı gerekir" savını, "soğuk savaşın sona ermesinin ardından, etnik ve dinsel kimlikler öne çıkmaya başlamıştır. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü" sözleriyle bir zorunluluk hali olarak ortaya koyuyor.
Oysa, kültürel kimlikli vatandaşlık" önerisi, ilk kez soğuk savaşın ardından, yani 1990 lı yıllarda ortaya atılmış bir formül değildir. Bu öneri günümüzde resmi olarak tam 114 yaşındadır. Yani doğumu hemen 20. yüzyılın başına, Avusturyalılara ve kişi olarak da Otto Bauer e aittir. O zamanlarda hem kuram hem yaşam tarafından reddedilerek 1918 de olmazlar arasına atılmış eski bir öneri.
Avusturya da 1899 yılında sosyal demokrat partinin Brünn Kongresi nde dile getirilmiş, buradan Rusya ya sıçramış ve her iki yerde de çetin tartışmaların ardından reddedilmiş olan bu önerinin kuramcısı Otto BAUER, milliyetlerin kültürel özerkliği yanlısıdır. Bauer in savunduğu şey, tek tek ülkelerde yaşayan farklı etnik-dinsel topluluklara coğrafya üzerinde bölgesel özerklik değil, "topluluklara kültürel özerklik" tanınmasıdır.
Etnik ve dinsel kimlikler, öyle anlaşılıyor ki, Avrupa Birliği nin kurulma çabalarıyla birlikte eskiler karıştırılınca yeniden keşfedilmiş durumdadır. Ama günümüzde, bizlerin sorunlarına değil de, "Avrupa birlikleşmesinde karşılaşılan sorunlara çare olur mu?" diye elde evirilip çevrilmiş henüz ham bir fikirdir. Yaklaşık 100 yıl önce terk edilmiş olan bu fikri 1990 larda Alman Jürgen Habermas işlemeye girişmiş. Habermas ın kitaplarının Türkçe yayımlanmasında en çok çaba gösteren çevrelerden biri, siyasal İslamcı yayınevleridir.
Kısacası farklı kimlikler konusu, "bu zaman"ın ürünü olmadığı gibi, getirilen çözüm de yeni değildir.