Erdoğan’ın, ana muhalefet partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelttiği eleştirileri Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının alkışlamasıyla birlikte yine “askeri vesayet” hatırlandı.
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a, “Sen artık Kenan Evren kafasısın” dedi. İktidar taraftarları ise “askeri vesayete” Erdoğan’ın son verdiğini anlatmaya başladı.
Tam bu tartışmaların ortasında AKP’deki 14 yılını, “Türkiye’nin o güzel günlerine baktığımda, o başarının bir parçası olmak, hayatım boyunca benim için bir onur olacak.” sözleriyle özetleyen, şimdilerde muhalefet cephesinde yer alan DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan da, “Askeri vesayeti yok ettik.” diye övünmez mi?!
Madem öyle; “askeri vesayetin” nasıl yok edildiğini bir kez daha hatırlayalım.
Demokratikleşip hukuk devleti olduk, bilinçlendik ve siyasiler ülkeyi dört başı mamur yönetmeye başladı da bu “başarı” öyle mi gerçekleşti; yoksa her türlü yalan dolan, hile, desise ve kumpasla mı?
Tabii ki ikincisiyle.
Komutanların Erdoğan’ı alkışlamalarının suçlanacak ve kınanacak bir davranış değil, “takdir edilecek bir davranış” olduğunu belirtip, “Ordumuzun şerefli ve kahraman komutanları ile askerlerine dil uzatanlar, milletimizin ve ülkemizin düşmanlarını sevindirenlerdir. Ordumuzun şerefli ve kahraman komutanları ile askerlerine dil uzatanlar, dün olduğu gibi bugün de yarın da karşılarında aziz Türk milletini bulacaktır.” açıklamasını yapan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 17/25 Aralık operasyonlarında, iktidar mensuplarının ses kayıtları yayınlandığında şunları söylemişti:
“Türkiye’de Başbakan, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Adalet Bakanı herkes dinleniyor. Montajlı üretilmiş kasetler piyasaya çıkıyor. Medya olarak bu ahlâksızlığı, hukuksuzluğu yapanlar üzerinden ülke dizayn edilirse bu hukuksuzluğa güç kazandırmış oluruz. İnsanlar kendi aralarında konuşamayacak mı? Burada açıkça bir ahlaksızlık, hukuksuzluk, suç var… Cemaat burada bir üst akıl değil. Birinci akıl hiç değil. Böylesi bir organizasyonu yapacak bir şey görmüyorum. Devlet içinde bazı imkanlardan söz edilebilir. Ama ben de bunu bir üst akıl tarafından yapıldığını düşünüyorum. Burada bir taşeronluk vazifesi var. İsim vermek istemiyorum ama bu hadisenin bir üst akıl tarafından düzenlendiğini düşünüyorum.”
Peki Balyoz, Ergenekon, İstanbul-İzmir askeri casusluk adlı operasyonlarında yapılan da tam olarak bu değil miydi?
O sayede TSK’nın önemli bir bölümü Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Mamak cezaevlerine tıkılırken geri kalanı sindirilip sus-pus edilmedi mi?
Ya bunları yapan/yaptıran? Sadece “FETÖ” ve “üst akıl” mıydı?
Tabii ki, hayır.
2020 yılında, o dönem AKP’nin Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcısı olan Emre Cemil Ayvalı, şu itirafta bulunmadı mı?
“AK Parti, FETÖ ile kol kola girdiyse bunu farklı darbecileri tasfiye etmek için yaptı. 2002’de iktidara gelmişim, sene 2007 – 2008. Benim bir müsteşar atamam için bu adamın genel müdür olarak 12 yılı doldurması lâzım. Bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta da FETÖ vardı. Bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldım. Mesele budur.”
Keza AKP MKYK üyesi, Diyarbakır eski milletvekili Abdurrahman Kurt, “Askeri vesayeti bitirmek için biz, Cemaat ve ABD ortak çalıştık.” demedi mi?
TSK’yla Dertleri Vesayet miydi?
Meselenin şu kısmını da masaya yatıralım:
Tüm bu kumpasların yegâne sebebi, gerçekten sadece ve sadece “askeri vesayeti” bitirmek miydi; yoksa, ABD-AB’nin belirlediği o slogan eşliğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumsal hafızasının, “kırmızı çizgilerinin” takipçisi TSK’yı etkisiz eleman haline getirmek miydi?
Neyi kast ediyoruz?
Ana hatlarıyla; iktidarın bir vakitler, “Türkiye’nin ayağındaki prangalar” olarak nitelendirdiği Ege, Akdeniz, Kıbrıs, Karadeniz-Montrö, Kerkük, Patrikhane–Ruhban Okulu politikalarından taviz verilmemesi… Bölücülük faaliyetlerine karşı ülkenin üniter ve milli yapısına sahip çıkılması gibi…
TSK’nın Silivri’ye hapsedilmesinden sonra bu konularda görüş beyan edebilen veya görüşü sorulan kaldı mı?
Yok. Buna rağmen “Montrö delinmesin.” diyen emekli amirallere bile dava açılıp TSK’ya gözdağı verilmeye devam ediliyor.
Çok şükür, artık her şeyi sadece siyasi irade biliyor ve belirliyor!..
Biliyor, belirliyor da ne oluyor? Türk dış politikası oradan oraya savruluyor… Duvara toslayınca da, “Masa kuruyoruz, normalleşiyoruz” denilerek U dönüşleri yapılıyor… Ama bu arada proje sahipleri koşar adım hedefe yürüyor… Kanla kazanılan topraklar üç-beş kuruşa satın alınıyor!..
O süreçte “emeği” çok büyük olan isimlerden birisi, dün muhalefetin Erdoğan’a ve alkışçı komutanlara yönelik eleştirilerine şu satırlarla cevap verdi:
“Sivil siyaset nutukları attığınız kişi Erdoğan. Onca bedeli göze alıp, 60 darbesiyle kurumsallaşan Türkiye’deki askeri vesayeti tarihe gömmüş, siyasete süngüyle gasp edilen itibarını geri kazandırmış sivil bir devrimci. Erdoğan, demokrasiyi asgari dengesine oturtan bu cüreti sayesinde orduyu asli işi olan sınır muhafazasına kanalize etmeyi başardı. İç siyasetten uzaklaşan TSK, altın yıllarını yaşıyor. Yalnızca yerlileşme ve modernizasyon alanında değil… Sınır ötesinde terörle mücadelede, göç hareketlerini engellemede hiç olmadığı kadar başarılı. Libya’dan Kafkaslar’a kadar sahada başka orduların imrendiği operasyonlar yürütüyor. Generallerin ‘Başkomutan’ sıfatını halktan aldığı oylarla kazanmış Türkiye Cumhurbaşkanı’nı alkışlamaları da gayet doğal. Resmi törenlerde halkın temsilcisi seçilmiş siyasilere arkasını dönen generaller cumhuriyetini demokrasi için ideal tablo olarak görenler tabii ki rahatsız olacak.”
Dikkat çekici olan yazının başlığıydı: “Erdoğan, sivilliğinin zekâtını verse…”
Bu sürece kumpaslar, hileler, desiseler, iftiralar yani haram yol ve yöntemlerle gelindiğine göre; bizim de sorumuz şu:
Haramın zekâtı olur mu?!