Son birkaç yıldır, sosyal medya kullanıcısı bazı kişilerin yazılarıma gösterdikleri sert tepki üzerine okuryazarların burjuva ideolojisiyle nasıl büyük bir zehirlenmeye uğradıklarını daha iyi anladım.
Siyasi mücadelenin özü sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir. İdeolojiler, kültürler, yaşam tarzlarının tümü sınıf damgasını taşır. Sınıf mücadelesi de, toplam servetlerin paylaşımı için yapılır. “Ayının oyunu boz armudun üzerine” derler.
Türkiye’de son yüzyılı hesaba katarsak, nüfusun yüzde 90’ı dede, baba veya kendisi olmak üzere köy kökenlidir. Köy nüfusu içinde küçük bir azınlığı oluşturan ağaları ve zengin köylüleri saymazsak köylü nüfus emekçidir ve tarih boyunca sömürülmüş, ezilmiş, savaşlarda ileri sürülerek harcanmıştır. 100 yıl önceki büyük memleket savaşında bir “köylü ordusu”nu meydana getirdikleri halde, savaştan sonra “Evli evine köylü köyüne” denerek yeni rejimin nimetlerinden yoksun edilmişlerdir.
Memleketi ayakta tutan bu nüfusça en kalabalık sınıf, hiç iktidar yüzü görmemiştir. Onun kaderi işçi sınıfıyla ve kent küçük burjuvazisi ile birleşmiştir. Türkiye’de değil bunların ortak iktidarı, şimdiye kadar orta burjuvazi bile iktidar olamamıştır.
Bunun nedenleri de var. Örgütlü silahlı güçler onların emrinde değildir. Geçmişte ancak eşkıyalık yapabilmişlerdir.
Mahkemelere yol gösteren kanun kitaplarını onlar yazmamışlardır. Bankaları, şirketleri, gazeteleri yoktur.
Emeği ile yaşayan insanların günümüzde ve tarihte kalan haklarını savunan yazılarıma bu hücumun nedeni, köyden kente inen insanın başkalaşması ve kendi sınıfına yabancılaşmasıdır. Çünkü kent, yalnız yerleşim biriminin cinsi değil, aynı zamanda devletin dolaysız denetimi ve ideolojik egemenliği altındadır. Okul kenttedir. Kitap kenttedir. Gazete, sinema kenttedir. Memurlar kentte oturur. Bunların köye uzanan kolları aynı zamanda devletin ve kentin köye uzanmış vantuzlarıdır.
PİR SULTAN’I ASAN HIZIR PAŞA
Pir Sultan Abdal’ın, okumak için İstanbul’a gitmesine izin isteyen Hızır’a “Hızır, sonra gelip beni asarsın!” demesi büyük bir gerçeği açıklar. Medreseli Hızır, artık hâkim sınıfın etkisine girmiş ve onun bir parçası olmuştur.
1466 yılındaki bir derlemede şöyle bir deyim varmış. Öztürkçe sevdalısı Rahmetli Emin Özdemir de sık sık tekrar ederdi: “Türk’ün iti, şehre inicek Farisice öter!” Buradaki “Türk”, köylü veya Yörük Türkmen’dir. Farisice ise Farsça’dır. Deyimin Selçuklu veya Anadolu Selçuklu döneminden kalma olduğu anlaşılıyor. Bu devletlerin resmî dili Farsça idi. Memurlar Farsça bilmek zorundaydı. Benzetme olağanüstüdür.
Köyden kente göçünce, kentte eğitim gördükçe, devletin ideolojisiyle haşır neşir olan ve köylüden kopmuş insan tipi Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle sınırlı değildir. Kesintisiz sürmüştür ve sürmektedir.
Kendisini devletin bir parçası sayan bu okuryazarlar, okulda kendilerine belletilen tarihi kesin gerçek sanırlar. Bir kısmı, Osmanlı hayranı olarak yetişmiştir ve günümüzde devletin eğitim kurumları bu tipte insan yetiştirmeye var gücüyle çalışıyor. Bir kısmı, Osmanlı yıkıldıktan sonraki rejimin ideolojik bombardımanı altında yetişmiştir ve Osmanlıya mesafeli olmakla birlikte sonraki rejimin gözü kapalı savunucusudurlar. Sınıfları reddediyorlar ama gerçekte burjuvazinin amansız bir fedaisi olmuşlar.
GÜNÜMÜZDE FARİSİCE ÖTMEK NE ANLAMA GELİR?
Bu tutum, yalnız burjuvaziye dâhil olmuş, çıkarları burjuvazinin iktidarına bağlanmış olanlarda görülmekle kalmıyor. Aldığı yetersiz bir maaşla deyim yerindeyse açlıktan nefesi kokan küçük burjuva okuryazarlarında da etkindir. Kendisine öğretilenlerin dışına çıkmak, topluma ve dünyaya daha geniş bir pencereden bakmak onları korkutuyor. Emekçi sınıfların ideolojisine sahip olurlarsa dünyada yapayalnız kalacaklarını sanıyorlar. Böyle düşünmekte haksız da sayılmazlar. Çünkü köylüler ve büyük çoğunluğu politikleşmemiş işçilerden beklediği desteği göremezler. Çünkü bu büyük yığın, günlük geçim gailesi nedeniyle kendilerini savunanların varlığından bile habersizdir!
Dahası var: Bu son 8-10 yıllık yazı hayatım bana başka bir şey daha öğretti: Kendilerini “sosyalist” olarak tanıtan bazılarının emekçilerin ideolojisinden ne kadar uzak olduklarını gördüm. Gerçekte ise burjuva ideolojisinin bir uzantısı, eklentisi gibidirler. Kendileriyle ilgili hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf ediyorum.
Burjuva ideolojisi, kültürü, köyden kente inmiş ve devletin geçmişte veya bugünkü bir parçası olmuş insanların iliklerine işlemiş!
Politik hayatın burjuvazinin zerk ettiği bütün şartlanmalardan kurtulmuş, masaldaki çocuk saflığı ile padişahın çırılçıplak olduğunu söyleyebilen saf bir halkçılık hareketine ne kadar çok ihtiyacı var! Bir aydın için “Büyük insanlık” denen dünyanın bütün emekçilerinin çıkarlarını savunmaktan daha rahatlatıcı ve gurur verici ne olabilir?