PROAKTİF SİYASET ÖNERİLERİ
Bu yazı serimizin birincisinde muhalif çevrelerde yaygın olan AKP iktidarını kadir-i mutlak (Her şeye muktedir ) bir kötülük gücü olduğu yargısı ve buna bağlı olarak karamsar kabus senaryoları ile toplumda korku yaratarak siyaset yapma anlayışını eleştirmiştik. Bu anlayışın topluma negatij enerji yaydığını, gelecek vadetmeyen umut kırıcılık yaydığını , ve ayrıca gerçekçi de olmadığını ifade etmiştik.
İkinci yazımızda yönetim bilimi kavramları olan REAKTİF - PROAKTİF tutum ve anlayışıtanımladık. Bunların siyaset bilimine ve pratiğine uyarlanmasına bir giriş yaptık. “ Muhalefet ANCAK VE ANCAK proaktif bir siyasi tavır ile kendisini iktidara taşıyacak pozitif enerji birikimini yaratabilir.” Cümlesi ile bitirmiştik. Bu üçüncü yazımızda proaktif siyaset çerçevesinde somut önerilerimizi sunacağız.
PROAKTİF SİYASET ÖNERİLERİ
Demokratik yolla iktidara gelmiş, sandıktan yüzde kırklarla ellilerle çıkmış bir iktidarın her şeyinin yanlış olduğunu iddia etmek hem gerçekçi değildir, hem de iktidar partisine oy veren yurttaşları kazanıcı değil itici bir davranış ve söylemdir. Seçimle iktidar değişimleri, her şeyin yeniden planlanıp organize edileceği bir alt üst oluş, yıkılış yeniden yapılış, bir devrim – karşıdevrim süreci değildir. Bu tür süreçlerin milletlere birçok ekonomik, sosyal ve en önemlisi insani maliyetleri vardır. Bu tür süreçler her zamanbarışçı geçişler olmaz, şidet kullanılan veya teleffuz edilmesi şiddet çağrıştıran geçiş çeşitleridir. Çoğulcu demokratik sistemlerde muhalefet ve iktidar partiler arasında asgari müşterek değerler ve politikalar olur veya olmak zorundadır. Bunlar yurttaşların temel insan hakları, devletin bekası, anayasada tanımlanan devletin kuruluş amaç ve felsefesini tanımlayan değerler ve kurumlardır.
Bu süreçler sonucu, dengeli veya dengesiz bir yarış sonucu seçimle iktidara gelen bir hükümetin yaptığı her şeye yanlış ve kötü demek ona oy veren yurttaş çoğunluğuna aptal, cahil, veya hain demek anlamına gelir. Doğruya da yanlış , eğriye de yanlış dersek, inandırıcılığımızı kaybederiz. O nedenle muhalefetin hükümete yönelik eleştirlerinde nesnellikten şaşmamalı, duygusal tepkilerle hareket etmemelidir. Eleştirilerini somut durum değerlendirmelerine dayandırmalı, sıradan yurttaşın, iktidara oy veren yurttaşın gözüyle de bakıp, durumu test ederek konuşmalı ve yazmalıdır.
İKTİDAR PARTİSİ ELEŞTRİLERİNİN ODAKLANMASI GEREKEN KONULAR VE SEÇENEKLER
1- EKONOMİDE RANT MERKEZCİ POLİTİKALAR DAN ÜRETİM MERKEZCİ POLİTİKALARA
GEÇİŞ
AKP Hükümeti Rant Merkezci, inşaat-emlak sektörüne dayalı bir ekonomi politikası izlemektedir. AKP kendine biat edecek, yandaş bir burjuva sınıfı yaratmak için en kolay zengin olma yolu olarak, kent rantlarını, yandaşlarına sunmaktadır. Bu sektörde de en ballı rantlar İstanbul kentinde oluşmaktadır. İstanbul’daki emlak fiyatları, inşaatın kalitesi, kullanılan malzemenin cinsi ve kalitesi, harcanan mühendislik ve işçilik katkılarının nitelik ve niceliği ile ölçülemeyecek, karşılaştırılamayacak boyutlardadır. Standart bir yapının M2 üretim maliyeti kalitesine göre 1000 – 1500 TL / M2 dir. Yapının satış fiyatına yansiması 10.000 TL /M2 den başlıyor, üst sınır yok. Rant yoluyla para kazanma o kadar cazip hale gelmiş ki, Türkiye’nin yatırım sermaye varlığını, gelen yabancı sermayeyi , evrendeki kara delikler gibi, kendine çekerek, üretim alanına gitmesi gereken yatırım olanaklarının önünü kesmektedir. Bu çarpıklı gerçek sanayiciler tarafından da sık sık şikayet konusu yapılmaktadır. Hatta AKP içindeki sağ duyu sahibi yöneticiler de durumdan şikayetçidir. Eski bakanlardan Egemen Bağış, Dünya Gazetesine verdiği bir röportajda şöyle diyor: “ İnşaat emlak sektörü Türkiyenin tüm sermaye varlığını kendine çekiyor, üretimi destekleyici, sanayinin rekabet gücünü arttıcı yatırımlara ayıracak kaynak kalmıyor… “ diyor.
CHP olarak RANT’ı kamu varlığı olarak kabul etmeli, alt yapı yatırımlarınının finansmanı için kulanmalıdır. Veya uygun oranlarda vergilendirilmelidir. Çünkü RANT kamu yatırımlarının yarattığı bir değerdir. Kamuya ait olmalıdır.
Yatırım sermayesi özendirici teşviklerle, sanayinin rekabet gücünü arttırıcı, katma değeri yüksek , yenilikçi ürün ve sektörlere yönlendirilmelidir.
2- EKONOMİDE ORTA GELİR EŞİĞİNE ÇIKMANIN VE BUNU AŞAMAMANIN SORUNLARINA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ .
Türkiye son 10 – 15 yıldır, emek yoğun sektörlerdeki rekabet avantajını kullanarak ve dünyadaki nakit sermaye ( likidite ) bolluğu avantajlarından yararlanarak önemli bir büyüme ivmesi yakaladı, ORTA GELİR eşiğine ulaştı. Bu eşik aynı zamanda ORTA GELİR TUZAĞI olarak da ifade ediliyor. Geçmişin politikaları ile devam edildiğ, yeni koşullara uygun politikalar uygulanmadığı takdirde ülkeler bu eşikte takılıp kalıyor, duraganlaşıyor ve hatta geriliyor. Fert başına milli gelirin artması işgücü maliyetlerini arttırıyor, emek yoğun sektörler rekabet avantajlarını kaybediyorlar, ya kapaniyorlar veya daha düşük gelirli ülkelere kayıyorlar. Likid bolluğu konjonktürel avantajı da kaybolunca sıkıntı başlıyor. Bu eşiği aşmak için ;
- Teknoloji yoğun sektör ve ürünlere yönelmek, bunun için yatırım sermayelerinin belli teşviklerle bu sektöre ve AR – GE ( Araştırma Geliştirme ) yatırmlarına yöneltilmesi gerekiyor. Birinci maddede belirtttiğimiz RANT ektörü ve rantiye sermaye, caydırıcı vergiler ve yönlendirici teşviklerle teknolojik yatırımlara yönlendirilmelidir.
- İnsan kaynakları kalitesini arttırmak için EĞİTİM politikaları, müfredat programları , okullaşma alanlarında çağın gereklerine uygun değişiklik ve düzenlemeler yapılmalı, uygulanmalıdır. Endüstri 4.0 süreçleri, Robotların fabrikalarda kol işçilerinin hatta beyaz yakalıların yerini almaya başladığı, yapay zeka’lı yaratıkların insanlarla zeka yarışına girdikleri bir çağda, bilimi ve eleştirel aklı dışlayan, Ortaçağ dogmalarını kutsayan müfredat programları ile Orta Gelir Tuzağından çıkamayız. AKP hükümetinin bu yılın başında yürürlüğe koyduğu temel eğitim ve orta öğretim müfredat programları Türkiye’nin eğitim – öğretim tarihinde bir geriye gidiştir ve en kısa zamanda yenilenmelidir.
- İnsan kaynaklarımızın bilgi ve becerilerinin çağın değişen ihtiyaçlarına uygun olarak sürekli yenilenmesi için, okul eğitimi ile yetinilmemeli YAŞAM BOYU EĞİTİM anlayışı hayata geçirilmelidir. Eğitim – Üretim işbirliği ( Alışılagelmiş adı ile Üniversite- sanayi işbirliği dar kapsamlı kaldığı için bu kavramı öneriyoruz. ) eğitim kurumları, üretim kuruluşları (mal ve hizmet üretimi ), OSB ‘ler, meslek kuruluşları, ilgili kamu kurum ve kuruluşları ile eşgüdüm içinde YAŞAM BOYU EĞİTİM plan ve programları kesintisiz uygulanmalıdır.
3- EĞİTİMDE REFORM ZORUNLULUĞU : Bu konu 3 alt başlık atında ele alınmalıdır. Müfredat programının çağdaş bir anlayışla yeniden ele alınması, kentlerde okusuzlaşmaya karşı yeni bir okullaşma projesi ve kırsal kesimde okulsuzlaşmaya karşı yeni bir okullaşma projesi yeni baştan düzenlenmelidir.
3.1- MÜFREDAT PROGRAMLARININ YENİLENMESİ :
2017 başından itibaren yürürlüğe giren yeni müfredat programı yukarda da ifade ettiğimiz gibi çağın ihtiyaç ve gereklerine cevap verecek bir yenilenme, yenileşme maalesef değildir. Türkiyenin eğitim kalitesini 100 yıl önceki Cumhuriyet Devrimi’nin Tevhid-i Tedrisat programlarının da gerisine düşürmüştür. Bilimi, eleştirel aklı dışlayan ortaçağ dogmalarını kutsayan bu müfredat programları ile yetişen nesillerle muasır medeniyetler seviyesine erişilemez. Bölgesel güç, küresel güç olma hayalleri maceracı söylemler olmaktan öteye geçemez. Bu müfredat ile yetişen kurmay subaylar, diplomatlar, ABD’li, Rus, İngiliz, İsrail kurmay subayları ve diplomatları ile SATRANÇ , BRİÇ oynayamaz. Oynamaya kalktığı zaman da MAT olur veya BATAR. Tabii BATAN ve MAT olan onlarla birlikte Türkiye olacaktır. Bu eğitim müfredatı 15 Temmuz paşalarına Işık Evlerinde uygulanan müfredatla aynıdır. Bu mürredat ancak O paşalar kalitesinde paşa ve diplomat yetiştirir. Muhtemeldir ki bu müfredatın hazırlanmasında MEB’ndaki kripto FETÖ’cülerin etkisi ve ağırlığı egemen olmuş.
Muhalefet bu müfredat programını yenilemeyi programına almalıdır. Bilimi ve eleştirel aklı öne alan, Türkiye’nin Cumhuriyet Aydınlanması ile yetiştirdiği eğitim - bilim insanlarının, ailelerin, iş çevrelerinin, meslek kuruluşlarının katkı ve katılımları yeni bir müfredat programını hazırlamayı vadetmelidir.
3.2- KENTLERDE TEMEL EĞİTİMDE YENİDEN OKULLAŞMA HAREKETİ :
Şu anda yürülükteki yasaya göre 8 yıllık Temel Eğitim okullarında 7 – 15 yaş grubu çocuklar okumaktadır. Bu yaştaki çocukların, ailelerinden ayrı yurtlarda kalması da sabahın köründe kalkıp gidiş ve geliş olarak servis otobuslerinde trafik keşmekeşi içinde saatler geçirmeleri onlar üzerinde ciddi psikolojik travmalar yaratacaktır. Ailesinden ayrı, mahalle arkadaşlığı yaşayamadan, sokakta oyun oynayamadan çocukluklarını geçirmektedirler. Bu tür travmatik bir çocukluk geçiren insanlarda ilerde şiddet ve suç eğilimlerinin daha çok olduğu bilimsel araştırmalarla saptanmıştır. Ünlü astronom Carl Sagan , COZMOS adlı eserinde bu teklikeyi şöyle ifade ediyor (1).
“ …Memelilerin özellikleri arasında olan burun ve ağız sürterek sevişmek, öpüşmek. Okşamak, çiftleşmek, yavruları sevmek, sürüngenlerde rastlanmayan özelliklerdir…………………………………………….. … anne baba şefkatininin memelilerden aldığımız yapımızı geliştireceğini ve anne baba tarafından fiziksel olarak sevgi gösterilmemesi halinde, sürüngenlerden aldığımız özelliklerimizin dürtüleneceğini beklemeliyiz… .................................... Harry ve Margaret Harlow’un laboratuar deneyleri fiziksel sevgiden uzaklaştırılmış durumda kafeslerde yetişen maymunların, arkadaşlarını görüp duyabilme ve koklayabilmelerine karşın, içlerine kapanık, kederli, kendilerine eziyet edici ve genellikle anormal karakterli oldukları saptanmıştır. İnsanlarda da aynı durum söz konusudur. Nitekim anne babanın fiziksel sevgisinden uzak olarak genellikle bakımevlerinde yetişen çocuklarda bu durum görülüyor. Çocukların buralarda acı çektikleri açıkça ortada.
Nöro – psikolog James Prescout sanayi-öncesi 400 toplulukta yaptığı incelemelerde, fiziksel sevgiye yer veren kültürlerde yetişen çocukların şiddet eğilimli olmadıklarını görmüştür. ……… ……………. Prescot’ın kanısınca, bireyleri yaşamlarının en azından bir ya da iki kritik dönemlerinde, başka bir deyişle, çocukluklarında ya da erginlik yaşlarında bedensel sevgiden yoksun bırakan kültürlerde şiddete yataklık eden bir ortam gelişiyor. Fiziksel sevgi gösterilen kültürlerde hırsızlık, kitlesel din örgütlenmeleri ve kıskançlık tohumu taşıyan zenginlik gösterisine rastlanmamaktadır. Çocukların dövüldüğü yerde kölelik, cinayet, düşmanları sakatlama, işkence , kadınları hor görme ve günlük yaşama olağanüstü varlıkların müdahale ettikleri inancı hüküm sürmektedir… “
7-15 Yaş grubu çocukların kaldığı yurtlarda, maruz kaldıkları şiddet, cinsel saldırı vakalarını, servis minibüs mafya çetelerinin çatışmaları arasında kalmalarını, biraz da bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Geleceğe ruhen sakatlanmış nesiller yetiştiriyoruz. FETÖ’ye, El Kaide’ye, DAEŞ’e militan ham maddesi üretiyoruz. Bu nedenle kentlerde kırsal kesimde mutlaka yeni OKULLAŞMA PLANLARI yapılmalı ve uygulanmalıdır.
HER ÇOCUK TEMEL EĞİTİMİNİ AİLESİ İE BİRLİKTE OTURARAK, MAHALLESİNDE YÜRUYÜŞ MESAFESİNDEKİ OKULDA, MAHALLE ARKADAŞLARI İLE BİRLİKTE YÜRÜYEREK GİDİP GELİP OKUYABİLEĞİ BİR OKULLAŞMA PLANI yapılıp uygulanmalıdır.
Tabii burada arsa bulmak kolay olmayacaktır. Kantlerdeki kamu arsaları senelerdir yağmalana yağmalana tüketilmiştir. Ancak neye mal olursa olsun bu plan uygulanmalıdır. Ayrıca böyle bir planın 2 olumlu yan ürünü de olacaktır. Birincisi okul servis araçlarının önemli bir kısmının ortadan kalkması ile trafikte önemli azalma olacaktır. İkincisi mahalle temel eğitim okulları aynı zamanda AFET SIĞINMA MERKEZLERİ ( ASM ) olarak düzenlenerek çift fonksiyonlu değerlendirilebilidir. Afet Sığınma Merkezleri yaşayan canlı merkezler olmalıdır. Bir parkın bir köşesinde terkedilmiş konteynerler göstermelik ASM’lerdir, sığınanlara bir şey veremez.
3.3-KIRSAL KESİMDEKİ OKULSUZLAŞMAYA ÇÖZÜM ÜRETİLMELİDİR / KIRSAL BÖLGELERDE SOSYO – EKONOMİK HAYATIN ÇÖKMESİ DURDURULMALIDIR.
Eğitim politikaları ile kırsal bölgelerdeki sosyo-ekonomik çöküş; neden – sonuç – neden ilişkileri ile birbirini etkilemekte, biri diğerinin hem nedeni hem sonucu olarak bir kısır döngü (fasit daire) içinde birbirini yok etmektedir. Bu özellik nedeni ile kırsal kesimde temel eğitim için özel bir OKULLAŞMA proje hazırlanması gerekiyor.
1950’den başlayarak gerek kırdan kente göç, gerek yurt dışına işçi göçü ile köyler genç nüfusu sürekli kaybetti. Buna bağlı olarak köy okullarında öğrenci sayısı azaldı. Öğrenci sayısı belli bir miktarın altına düşünce mevzuat gereği o okul kapanıyor, öğretmen atanmıyor. Okul kapanınca köyünde yeterli geçim olanakları olan aileler de çocukların eğitimi için çaresiz kalıyorlar. Ya onlar da kent merkezlerine taşınıyorlar veya 7-15 yaş grubu çocukalarını malum sicili bozuk yurtlara vermek zorunda kalıyorlar, ya da Taşımalı Eğitim denen sisteme bağlanıyorlar. Çocuklar, tıpki kentlerdeki yaşdaşları gibi, günün 3-4 saatini dağ- bayır yollarda geçiriyorlar. Ülkemiz için ileri bir adım olan Temel eğitimi 8 yıla çıkarılması, kırsal kesimdeki eğitimin ve sosyo-ekonomik yapının çözülme sürecini daha da hızlandıran olumsuz bir sonuç da üretmiştir. Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından sonraki eğitimdeki yap bozlarla 17000 köy ilkokulu kapandı.
ÇÖKEN KIRSAL SOSYO – EKONOMİK YAPI YENİDEN CANLANDIRILMALIDIR.
Bu başlığın ekonomi ve ulusal güvenlik politikaları ile birlikte değerlendirilmesi de gerekiyor, ancak, eğitimle neden – sonuç – neden kısır döngüsü ilintisi nedeniyle burada ele alıyoruz. Kırsal kesimin sosyo – ekonomik yaşamı aynı zamanda TARIMSAL ÜRETİM KÜLTÜRÜNÜN de yaşamıdır. Tarımsal üretim kültürünün yaşaması bir ülke için ekonomik zenginlik olmasının yanında bir ulusal güvenlik sorunudur da. Bir ulusun ve devletin ayakta kalabilmesi, bekası için GIDA GÜVENLİĞİ en az silah kadar önemli bir faktördür. Bu da Tarımsal Üretim kültürünün yaşamasına bağlıdır. Savaş halinde, bir amabargo halinde, uzun süreli ekonomik veya ekolojik krizlerde market raflarındaki gıda maddeleri tükenince kendi milli üretim kabiliyet ve kapasiteleri ile karnını doyuramayan uluslar ayakta kalamazlar. Tarihte ve günümüz dünyasında ders alınacak olumsuz ve olumlu birçok örnek vardır.
SSCB’de Stalin döneminde Tarımda Tollektifleştirme programı çerçevesinde çiftçiler doğrudan infazlarla veya çalışma kampları üzerinden öbür dünyaya gönderildi. Tabi buna bağlı olarak bin yılların birikimi tarımsal üretim kültürü de öldürüldü, ve sonuç; tarımın çökmesi ve milyonlarca insanın açlıktan ölümü.
Günümüzde birçok gelişmiş ülke Tarımsal üretim kültürünü ayakta tutmak için özel teşvikler uyguluyorlar. Örneğin Almanya, çiftçilerin sektörü terketmelerini önlemek için Enerji bitkileri üretimine özel destek veriyor. Biyokütle ve biogaz üretimi yolu ile elektrik üreten santrallara destek fiyatları ile alım garantisi veriyor. Bundan 3 yıl önceki istatistiklere göre Almanya’daki bu tür elektrik santrallarının sayısı 9000 idi.
Ülkemizdeki duruma bakarsak; ekonomist Mahfi Eğilmez, NTV’deki günlük programlarından birinde (29.01.2016 ) aynen şöyle diyor. “ Türkiye’nin kır – kent demografik yapısı çok bozuldu. İl ve İlçe merkezlerinde oturanların genel nüfusa oranı % 92. Çok kötü bir oran. Tarım ve hayvancılığımızın gerilemesini başka yerde aramayalım. En büyük 3 kentin nüfüs toplamının ülke nüfusuna oranı 1/3 …” Tabii burada kırsal kesimdeki % 8 nüfüsun büyük çoğunluğunun üretim yeteneği tükenmiş yaşlı nüfus olduğunu dikkate alırsak, durum “çok kötü”nün ötesinde vehamet derecesindedir.
Sonuç olarak kırsal kesimdeki temel eğitim örgütlenmesini ve tarımsal üretim kültürünü yaşatma projesini birlikte ele alıp, eşgüdümlü bir planlama ve uygulamaya ihtiyaç var. Türkiye’nin tarihinde ve Dünyanın hiçbir yerinde örneği olmayan bir durum, hazır bir reçetesi yok. Köy Enstitüleri örneğinde olduğu gibi yaratıcı düşünceye ve kamu girişimciliği çoşkusuna ihtiyaç var. Örneğin; 3- 5 köyün merkezi bir bölgesinde devletin eğitim- sağlık- güvenlik birimleri ( Okul, sağlık ocağı, jandarma karakolu ve lojmanları) toplanabilir. Hem buradaki kamu görevlilerinin çocukları hem de yakın köylerin çocukları eğitim alır. İlçe ve il merkezleri işsiz, üretimsiz, dengesiz nüfus yığılmasından kurtulacak, kırsal kesimde sosyo-ekonomik yapı yeniden yaşam bulacaktır.
4- DIŞ POLİTİKA: Dış politika günlük iç politika malzemesi olarak kullanılmamalıdır. Türkiye dahil olduğu ittifak ilişkilerini dengeli, karşılıklı yarar ve dünya barışını gözeten bir yaklaşımla kendi kararlarını kendi verdiği eşitlerarası bir dayanışma prensibine dayalı olarak yürütmelidir. Devletlerarası ilişkilerde sözüne sadakat konusunda Türk devletleri tarihte dünyaya örnek olmuştur. Karl Marks bir makalesinde, Avrupada devletler arasındaki ilişkilerde Ahde vefa ( sözüne sadakat ) kültürünün yerleşmesinde Osmanlı’nın öncü örnek olduğunu yazmaktadır. (2) . Yani 1 yıl önce “Kardeşim Esat” dediğimize, bugün meydan mitinglerinde “Katil Esed” diye naralar atmak ne Osmanlı devlet geleneğine ne de Cumhuriyet devlet kültürüne uygun bir davranış olmaz. Ve bugün Türkiye’nin çıkarı Suriye’nin bütünlüğünden yana ve bu da Esadsız mümkün olmadığı gerçeğini itiraf etmenize meydanlardaki ölçüsüz endazesiz naralarınız beyninize bağ oluşturur.
Başta komşularımız olmak üzere ittifak dışı ülkelerle çok taraflı ilişkileri (ekonomik , siyasi, güvenlik, kültürel vbg.. ) geliştirmek, dünya güç dengelerindeki değişimlerin gündeme getirdiği riskleri ve fırsatları analiz ederek Türkiye’nin güçlenmesi ve Dünya barışının tesisi, terörizmin bertaraf edilmesi için uluslararası işbirliği için çaba harcamak esas olmalıdır.
Türkiye’nin İslam dünyasi ile ilişikilerinin özel bir anlamı vardır. İslam Dünyası maalesef Büyük Atatürk’ün mazlum milletler dediği katagoriye girmektedir. 1,8 milyar nüfusu olan İslam ülkelerinin Dünya ekonomisindeki payı %5 ile Almanya’nın payı kadardır. Bu %5’in 2’ si Türkiye’ye aittir. Türkiye Laik bir devlet olarak elde ettiği ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi başarıları İslam Dünyasına öncü örnek olmuştur. İslam dünyasındaki ekonomik, sosyal, kültürel gerilikten kurtuluş için Türkiye pozitif örnek olmasının ötesinde doğrudan yardım ve destekleme politikaları uygulayarak kalkınmada öncülük etmelidir.
Biz kendimizi laik, avrupalı sayabiliriz, ancak % 90 küsuru müslüman olan bir ülkeyiz. Biz İslam Dünyasının kültürel olarak da jeopolitik olarak da bir parçasıyız. O ülkelerdeki her acı bizi de acıtır, her ağrı bizi de ağrıtır.İslam Dünyasının kendini toparlayıp ekonomk , politik, kültürel güç kazanması Türkiye’yi de güçlendirir. Mazlum milletlerle dayanışma ve onları destekleme insanlığa ve Dünya barışına da bir katkıdır.
5- AKP – ERDOĞAN REJİMİNE DOĞRU SÜRÜKLENEN SİYASİ REJİMİMİZİN
DEMOKRATİKLERTİRİLMESİ :
16 Nisan 2017 Referandumunda % 48,5 … 51,5 bir oranla tercihini belirtti.Ancak bu tercihin sağlıklı bir şekilde sayımı AKP ve devlet güçleri tarafından engellendi, zor yoluyla EVET tercihi ilan edildi. Bu referandum tıpkı şaibeli 1946 seçimleri gibi önümüzdeki 100 yılda tartışılmaya devam edecek. Fakat realite de şu ki, artık hukuk sistemimize hükümet zoruyla da olsa girmiştir, kabullenmemenin ülkeye de siyasi partilere bir faydası yok.
Referandum tercih sonuçlarına bakarsak halkımızın yarısı önerilen başkanlık sistemine EVET demiş, diğer yarısı da HAYIR demiştir. %50 Evet iradesine de saygı anlamında, başkanlık sistemini kaldırmayı değil de, bu %50 nin de desteğini isteyerek, DEMOKRATİK BİR BAŞKANLIK SİSTEMİ ‘ni hedeflemek daha gerçekçi bir politika olacaktır. Dengeleme ve denetleme mekanizmalarının tesisi ve güçlendirilmesi hedeflenmelidir. Burada kuvvetler ayrılığı temelinde 2 konuya odaklanmak gerekiyor:
BİRİNCİSİ YASAMA ERKİNİN BAĞIMSIZLAŞTIRILMASI VE GÜÇLENDİRİLMESİ :
Yürütme erkinin ( Başkanın ) YASAMA üzerindeki vesayetini kaldırmak, yasama meclisinin yürütme üzerindeki denetim yetkilerinin güçlendirilmesi. TBMM’ni yeniden Milli Hakimiyetin Tecelligahı düzeyine çıkarmak. Parti ve devlet başkanının MV atama yetkisi kabul edilemez, kaldırılmalıdır.
İKİNCİSİ , YARGI ERKİNİN BAĞIMSIZLAŞTIRILMASI VE GÜÇLENDİRİLMESİ .
Yargı organlarına görev atamaları YÜRÜTME’nin tekeline geçmiştir. Bu mutlaka değiştirilmeli, yargıç ve savcıların sicil kayıtları ve atamaları , Özerk yargı kurumları tarafından yapılmalıdır. YASAMA ve Yürütme organlarının yargı ile ilişkileri ve etkileri demokratik ülkelerdeki örneklerden de yararlanılarak dengeli bir şekilde düzenlenmelidir.
6- ULUSAL GÜVENLİK VE TERÖRLE MÜADELE :
İçinde bulunduğumuz tarihsel süreçte, coğrafi ve kültürel olarak parçası olduğumuz Orta doğu ve islam dünyasının yaşamakta olduğu olaylara bir göz atalım. Irak , Suriye, Libya ve diğer bir düzine islam ülke halkalarının yaşadıkları zulmün en yakın tanığı Türkiyedir, halkımızdır. Bölge halklarının yaşadığı zulümler, alışılmış ezberlerin söylediği gibi devlet zulmü değildir, tam tersine DEVLETSİZLİK zulmüdür. Emperyalist merkezlerden yönetilen operasyonlar sonucu, kamu otoritesinin yıkılması ile ipleri kimin elinde olduğu belli olmayan terör örgütlerinin hukuksuz, kuralsız, sınırsız siddeti ve zorbalığı insanların en temel yaşam haklarını yok etmiştir. Bu ülkelerde insanlar evlerinde yaşama, tarlalarını ekip biçme, fabrikalarını çalıştırma özgürlüklerini kaybettiler. Mülteci durumuna düştüler. Çocuklar ve gençler eğitilememekte, nitelikli eğitilmiş nüfus ülkelerini terketmektedir. İngiltere’deki Nijeryalı doktor sayısı Nijerya’daki doktor sayısından fazla. ABD’deki Somali’li doktor sayısı, Somali’deki doktor sayısından fazla.
İslam ülkelerinin sosyo – ekonomik – endüstriyel kapasiteleri zaten içler acısı idi. 1,7 milyar nüfuslu 57 islam ülkesinin Dünya ekonomisindeki payı %5. Yaklaşık Almanya kadar. Dünyadaki zenginlikler, sanayı, tarım, bilim teknoloji, askeri tesis ve donanımlar; Dünya ekonomisinin %95 ine hükmeden emperyal güçlerin elinde. ABD’nin askeri bütçesi kendisinden sonra gelen 50 ülkenin askeri bütçesinden daha fazla. Dünya üzerinde, kamuoyu tarafından bilinen askeri üslerinin sayısı 800.
Ama buna karşılık Dünyadaki terör örgütlerinin %99 u Dünya ekonomisin %5’i ile yaşamaya çalışan islam coğrafyasında. İstihbarat kaynaklarına göre sayıları 1500 olarak bildiriliyor. Bunlardan 10 tanesi biliyorsunuz geçtiğimiz yıllarda Kandil’de toplanıp Türkiye’ye yönelik kararlar aldılar. “Irak’ı, Suriye’yi hallettik, sıra Türkiye’de ….” diye de açıklama yaptılar.
Bölgede Terör sarmalına düşmüş ülkelerin halklarının tek yaşama umudu Türkiye’dir. Türkiye aynı duruma düşerse, bize sığınan 3 milyon bölge halklarının da, Türkiye’nin Türklerinin de, Türkiye’nin Kürtlerinin sığınabilecekleri ülke yok. Yani Dünya’da başka Türkiye yok.
Bu gerçekleri gören ve kısmen de yaşayan halkımızın seçimlerde oy verme önceliklerinin başında GÜVENLİK arayışı ve EKONOMİK – SOSYAL – SİYASİ İSTİKRAR arayışı gelmektedir. Halkın bu kaygı ve endişesini dikkate almayan bir parti halkın desteğini alamaz. O nedenle iktidar olmak isteyen muhalefet , güvenlik güçlerinin teröre karşı verdiği mücadeleye, Türkiye’ye düzenlenen emperyalist komplolara karşı devletin verdiği mücadeleye sahip çıkmalı, devlette devamlılık prensibini taahüt etmelidir.
7-
KÜRT SORUNU TERÖR ÖRGÜTLERİNİN VE
EMPERYAL GÜÇLERİN SÖMÜRÜ
ARACI OLMAKTAN ÇIKARILMALIDIR.
Kürt sorunu Hala Türkiye’nin en
can alıcı sorunu olmaya devam etmektedir.
Türk –Kürt kader birliğinin ve kardeşliğinin 1000 yıllık bir geçmişi
vardır. İki halk iç içe geçmiştir. Bugün Dünya üzerinde en çok kürdün yaşadığı kent İstanbuldur. Kürt ayrılıkçılığı güden terör örgütleri, Kürtlere
Türkiye’den daha ileri bir güvenlik , refah ve özgürlük ortamı sunamaz. Dış güçleri arkasına alarak bölgedeki Türk, Arap, Acem halkları ile savaşarak yürüyecek bir kürt hareketi kürtlere de diğer bölge halkarına da, tıpkı
Filistin’de olduğu gibi, acıdan başka
bir şey veremez. Dünya 1930’ların
Dünyası, Ortadoğu da 1930’ların Ortadoğusu değildir. Kürtler de Ahdi Atik’te ( Tevrat ) kutsanmış Yahova’nın seçilmiş kulları değildir. Bu
gerçekleri gören sağduyu sahibi kürtlerin
sayısı ayrılıkçılardan çok fazladır. Bu
nedenle de Kürtler adına açık siyaset yapanlar bile, AYRILIK fikrini kabul etmediklerini israrla tekrarlamaktadırlar.
Bu koşullara çerçevesinde Türkiye
Devletine ve siysetçilerine düşen görev, kürt
kökenli yurttaşlarımız ile devlet arasındaki aidiyet bağlarını
güçlendirecek ekonomik, sosyal, kültürel
, demokratik önlemleri karşılıklı dialog ile almalıdır. Birlikte - kardeşçe
yaşamaya zarar verecek söz ve davranışlar
terk edilmelidir.
Kürt kökenli yurttaşlarımız ve
kürtler adına siyaset yapan yurttaşlarımız da
barış, demokrasi, birlikte - kardeşçe yaşamaya zarar verecek söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Bunun için
aşağıdaki hususlar önemlidir:
7.1-Şiddete dayalı çözüm yolları
terkedilmelidir. Gelecek kuşaklara kanlı hikayeler bırakarak barış içinde,
birlikte, kardeşçe yaşamayı başaramayız. Şiddet şiddetle kınanmalıdır. Devlet
şiddeti bahane edilmemelidir. Hiçbir
devlet egemenlik sınırları içinde şiddete başvurmayı istemez. Çünkü bu davranış, devletin manevi
otoritesini kaybettiği imajını yaratır.
7.2- Dış güçlerin, emperyal güç
odaklarının desteğine güvenerek Türkiye devletine karşı savaşmaktan
vazgeçmelidirler. Hırant Dink’in öldürülmeden önceki Diyarbakır ziyaretinde
yaptığı konuşmadan ders çıkarmalıdırlar. Hırant Dink bu konuşmasında Kürt
yurttaşlara Ermenilerin 1. Dünya savaşında düştüğü hataya düşmemelerini,
emperyalist ayartmalara güvenmemelerini tavsiye etmiştir. Ancak Hırant Dink
cinayetini her vesile ile sömürenler Rahmetli’in bu konuşmadaki tavsiyelerini
hiç hatırlamazlar.
7.3- Etnik temele dayalı siyasi örgütlenmeden
vazgeçmelidirler. Etnik ve dini temele dayalı siyasi örgütlenme modeli
Türkiye’yi Lübnanlaştırmaya götürür.
7.4- Barış içinde birlikte
yaşayabilmemiz için saygı duyduğumuz ortak bir hikayemizin, tarihimizin olması
lazımdır. Ortak ülkü ve değerlerimiz ( bayrak, vatan ) ve ortak bir dilimizin
olması lazımdır. Eğer bunların hiçbirinde ortaklaşamıyorsak birlikte
yaşamamızın gerekliliğini sorgulamamız gerekir. “Birlikte yaşamamızın bir
anlamı var mı ? “ sorusuna yanıt aramamız gerekir.
Bunların dışında daha birçok sorun var tabii. Muhalefet, Bunları da topluma pozitif enerji veren , proaktif bir yaklaşımla ele almalı, DEVLETE SAHİP OLMA KARARLILIĞI ile siyasi mücadele vermelidir. İktidar yolunun böyle açılabileceğini umuyorum.
AHMET AKKÜÇÜK , 21.01.2018 , JURNALİST