Gündemde TSK ile ilgili iki konu var.
Birincisi; Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na girişte aranan, “İrticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” şartının kaldırılması.
İkincisi; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda Tuğamiral olduğu öne sürülen bir ismin, tekkedeki apoletli, sarıklı, cüppeli fotoğraflarının ortaya çıkması.
Tekkedeki apoletli amiral olayından başlayalım.
O fotoğraflar bana 2 ay önce ulaştı. Peki niye yazmadım ve yayınlamadım; önce onu anlatayım.
Bağımsız ve tarafsız gazetecilik yapanların hangi şartlarda çalıştığı, mayına basmadan yürümek için ne denli gayret sarfetmek zorunda olduğu malum.
Haliyle kendimin çekmediği, gözlerimle tanık olmadığım bir olayı yazamazdım. Çünkü ülkemizde bu fotoğrafları çekebilecek güçler belli. Ve yine ülkemizde, maalesef belli güçler tarafından ne tür manipülasyonlar yapıldığını, yapılabildiğini biliyor ve yaşıyoruz.
Bu fotoğrafları bana ulaştıranların -ne kadar güvenilir kanallar olursa olsun- “niyeti”nden şüphelenmemek olmazdı.
Ayrıca bana geldiğine göre, daha önce başkalarına da gönderildiğini, ancak onların yayınlayamamış olduğunu dikkate almak gerekirdi.
Ki, daha önce şunu yaşadım: 15 Temmuz gecesi Akıncı Üssü’ndeki bazı görüntüler birçok gazeteciye gönderildi, onlar yazmayınca bana geldi. Ancak ben de görüntüleri yayınlamak yerine, yazıyla anlatmayı tercih ettim. Bu bile yetti. Sonrasında o görüntüler ortaya çıktı ve daha önce bunların gönderildiği bazı isimler, “görmüştük” itirafında bulundu.
Bir diğer olay; “FETÖ”cü Serdar Atasoy vak’ası. 2020 YAŞ’ından önce Atasoy hakkındaki bilgiler birçok gazeteciye, nihayetinde o sırada Sincan Cezaevi’nde olan bana bile ulaştırıldı. Onların neden yazmadığını/yazamadığını tahmin ediyorum. Benim yazmamamın yegâne sebebi ise cezaevi şartlarında araştırma imkanımın olmamasıydı. Hatırlanacaktır, cezaevinden çıkar çıkmaz ilk yazdığım konulardan birisi bu oldu.
Apoletli amirale dönersek; iki ihtimal vardı:
İlki; bu fotoğrafları çekip gönderenlerin TSK’nın korunması adına samimi olduklarıydı. Herhalde Devletin ilgili birimlerine ulaştırmışlar, ancak sonuç alamayınca bu yola başvurmuşlardı. Eğer öyleyse, Devlet adına vahim bir tablo karşı karşıyaydık.
İkinci ihtimal ise, sağ gösterip sol vurma amaçlı ve çift taraflı bir mayın sözkonusuydu. Tam da Serdar Atasoy gibi birisinin kimler tarafından terfi ettirilip Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı gibi, çok önemli bir göreve atandığının tartışıldığı sırada bir “hedef” saptırma, beraberinde de yıllardır hedefe oturtulmuş bizlere yeni bir tuzak olduğu idi.
Kamuya açık bir cenazenin haberini yaptıkları için Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel tutuklanmadı mı?
Ben, daha önce kamuoyuna yansımış bilgilerden hareketle yaptığım Suriye-Libya analizleri sebebiyle önce “askeri casusluk”, ardından “Devletin gizli bilgilerini ifşa”dan tutuklanmadım mı?
Yanlış anlaşılmasın, “korku”dan değil, olası tuzaklara karşı “temkin ve tedbir”den söz ediyorum.
Varsayalım ki o fotoğrafları yayınladık; ertesi gün, “Gel bakalım, ancak Devletin temin edebileceği bu fotoğrafları nereden aldın?” diye sorulmayacağı ne malûmdu?!
Araştırdım… İşte Öğrendiklerim
Olayı elbette ki, yazacaktım. Ama yine o görüntüleri paylaşmadan. Bunun için de “Tekkedeki amiral” olduğu öne sürülen isimle ilgili araştırma yapmam gerekiyordu.
Ülke gündeminin yoğunluğu yüzünden araştırmam uzun sürdü, yazmak için bir türlü fırsat bulamadım.
Kısmet bugüneymiş. Aslında iyi de oldu – sebebini birazdan anlayacaksınız.
Şayet, “Tekkedeki amiral” o ise, işte hakkındaki bilgiler:
15 Temmuz’dan çok önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki dosyasına, eşinin türbanlı fotoğrafını veren ilk üst rütbeli subay olarak biliniyor. Eşinin Din Bilgisi öğretmeni olduğu ve Saray’da yakınlarının bulunduğu da belirtiliyor.
Bu isim, bir mühendis subay. Normalde mühendis subaylarda terfi kontenjanı çok az. Ancak 2017 Şura’sında son anda terfi listesine konduğu ve “sürpriz” bir şekilde amiralliğe yükseltildiği, hemen ardından Tershaneler Genel Müdür Yardımcılığı’na, geçen yıl da Deniz İkmal Komutanlığı’na atandığı anlatılıyor.
Şimdi ara verip, soralım:
Devlet; tavrını, duruşunu 15 Temmuz’dan önce ortaya koyduğuna ve durumunu ancak tekkeye gidince anlamış olamayacağına göre, onu kim terfi ettirip, bu önemli görevle atadı?
Şu ayrıntıyı da vurgulayalım:
Adı geçen kişi “FETÖ”cü veya gündeme getirilen tarikattan değil. Öğrendiğimize göre, hani “Geçmişte FETÖ’cüler bunları ‘irticacı’ gösterip, TSK’dan attırdı.” denilen cemaattenmiş!..
Manidar Zamanlama
Bu tablodan sonra, Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na girişte aranan, “İrticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” şartının kaldırılmasına geçelim.
15 Temmuz’dan sonra ancak çeşitli tarikat ve cemaat referansıyla askeri okullara girilebildiği, herkesin bildiği bir sır değil miydi?
Dahası, tanık olarak dinlenen bir asker, mahkeme salonunda açıkça, “Ben FETÖ’cü değil, Menzilciyim.” demedi mi?
Barış’lar Metastaz’da yazdı; “FETÖ”den yargılanan bazı kişiler için mahkemelere, hatta Erdoğan’a, “Bizim cemaattendir.” diye referans mektupları gönderilmedi mi?
Fiiliyattaki durum bu iken; özellikle koşar adım tüm tarikat ve cemaatlere “2023 menzilinin” işaretlerinin verildiği, ayrıca kabine revizyonunun gündemde olduğu bir dönemde, Milli Savunma Bakanlığı’nın sözkonusu yönetmelikte yaptığı değişiklikle sürece yaptığı bu “katkı” için “manidar zamanlama” denmez de ne denir?!
Neyle Suçlanacak?
“Tekkedeki amirale” dönersek;
Dün Milli Savunma Bakanlığı Sözcüsü, “Amiralin tarikat merkezindeki görüntüleri her yönüyle inceleniyor” açıklamasını yaptı.
Buyurun, yeni sorular:
Biz gazetecilere ulaştırılan o görüntüler, herhalde en önce MSB’ye verilmiştir. Verildi ise bugüne kadar ne beklendi?
Yoksa verilmedi mi? Erdoğan’ın 15 Temmuz’u eniştesinden öğrenmesi gibi, MSB de bu olayı gazetecilerden mi öğrendi? Öyleyse, ilgili ve sorumlulardan da hesap sorulacak mı?
Görüntülerin incelenmesi faslına gelelim.
Velev ki, görüntülerdeki kişinin o amiral olduğu tespit edildi.
İyi de mensup olduğu belirtilen cemaat “Terör örgütleriyle irtibatlı veya iltisaklı” sayılanlardan değil.
Devlet, “İrtica” ifadesini lügattan çıkardığına göre; bu amiral, resmi araçla tekkeye gittiği için, “görevi suistimal” dışında acaba neyle suçlanabilecek?!
İktidar medyası, bu olayı “özenle” görmeyip, “İrtica”dan kurtuluşu kutluyor, ama sıcağı sıcağına TSK’nın başına geleni ve de gelecekleri görüyor musunuz?
Evet, Atatürk’ün, “Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.” sözünü adeta yerle yeksan etmek isteyenler var.
Ancak hiçbir şüpheniz olmasın; eninde sonunda ve her zamanki gibi, Atatürk’ün haklı çıktığını göreceğiz.