CAHİT KAYRA:Partizan Olmayan Bir Cumhuriyet Aydını, Bürokrat, Politikacı Gözüyle 1970’ler CHP’si. ..
Kitabımızın kapak fotosu, kimlik bilgileri aşağıdadır.
… Adı : 38 kuşağı / CUMHURİYET’LE YETİŞENLER
Yazar : CAHİT KAYRA (anılar)
Yayıncı : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa sayısı / boyutları : 748 / 19,5 cm x 13 cm
Yazarımız aşağıdaki yaşam öyküsü ve yayınlanmış eserlerinden de anlaşılacağı üzere Cumhuriyet devriminin ilk kuşağına mensup, o devirlerde az sayıda gence nasip olan İstanbul’un tam kadrolu okullarında ve Türkiye’nin en yoğun bilim, kültür, düşün ve sanat ortamında yetişmiş, çok yönlü bir cumhuriyet aydını. Ulusal ve uluslararası başarı öyküleri olan seçkin bir bürokrat.
Bürokrasideki parlak kariyeri politikacıların da dikkatini çekiyor, 1969’da Bülent Ecevit kendisini CHP’ye katılmaya davet ediyor. Bu suretle politika ile gayrı resmi bir ilişki başlıyor. 1973 seçimleri öncesi memurluktan emekli oluyor, resmen CHP’ye katılıyor ve milletvekili oluyor, arkasından CHP-MSP koalisyon hükümetinin enerji ve tabii kaynaklar bakanı oluyor.
Bu sürece ilişkin ilginç bir olay. Kayra CHP’ye resmen katılınca, Ecevit, O’nu ismet İnönü ile tanıştırmaya götürüyor. Karşılaşmada İnönü tanıyor ve “ sen o müsteşar değil misin ? “ diye soruyor. Bu tanışıklığın evveliyatı şöyle. Bu karşılaşmadan yaklaşık 10 yıl önce İnönü başbakan iken Cahit Kayra, ticaret bakanlığı müsteşarı olarak, ekonomik durum hakkında İnönü’ye bir brifing veriyor. İnönü bu sunumdan, Kayra’yı hatırlıyor ve “sen o müsteşar değil misin ? “ diye oruyor.
Cahit Kayra politikada 8 ay bakanlık, 4 yıl milletvekilliği yapıyor, 4 yıl CHP parti meclisi üyeliği ve MYK üyeliği yaptıktan sonra 1981’de, genel olarak Türk politik ortamına ve özel olarak CHP örgütü politik ortamına uyum sağlayamadığını gerekçe göstererek politik hayattan çekiliyor. Politikadan çekildikten sonra da yazı hayatına devam etti. Ben ilk olarak “ Savaş Türkiye ve Varlık Vergisi” kitabı ile tanıdım kendisini. Çok değişik alanlarda, geniş bir yelpazede otuzun üstünde kitap kazandırmıştır kültür hayatımıza. 103’üncü yaş gününü kutlamaya hazırlanan Cahit Kayra halen ürün vermeye devam etmektedir.
Bu yazımızda sizlere tanıtmaya çalıştığımız anılar kitabı toplam 748 sayfadır. Bu hacim içinde Cahit Kayra’nın 10 yıllık politik hayatına ait anıları 322 sayfadır. Yani kitabın neredeyse yarısı Kayra’nın 10 yıllık politik yaşam anıları. Bu nedenle biz de yazımızın başlığında kitabın orijinal adını değil, politik ağırlığını vurgulayan bir tanımlama kullandık. “ Partizan Olmayan Bir Cumhuriyet Aydını, Bürokrat, Politikacı Gözüyle 1970’ler CHP’si.”
Sayın Kayra, anılarını akılda kalanlara değil satırda kalanlara dayandırmaktadır. Gerek genç Cumhuriyet bürokrasisinden aldığı terbiye, gerek yurt dışında yaptığı eğitim ve resmi görevlerinden edindiği görgü gereği; yaptığı görevlerde ve katıldığı toplantılarda yazılı kayıtlar tutmayı alışkanlık haline getirmiş bir kamu görevlisi. O nedenle anılarını bu kayıtlı notlarına dayandırmaktadır.
Aşağıda kitaptan yaptığımız seçkilerden de görüleceği gibi, yazar 1970’ler CHP’si tarihini partizan veya parti karşıtı olmayan objektif bir gözlemci olarak resmetmektedir. O dönem genellikle, partizan yazarlar tarafından bir efsane, başarı hikayesi olarak anlatılır. Hatalar ve yanlışlar pek zikredilmez. Cahit Kayra, bu dönemde 2 seçim başarısı ( 2 muharebe kazanımı ) olsa da sonuç olarak, CHP halkın verdiği kısmi iktidarı tam iktidara yükseltme başarısı gösterememiştir ( savaşı kaybetmiştir) değerlendirmesini yapmaktadır. Bunun nedenleri olarak saydığı olgular ana başlıklar olarak şöyle: 1) Tutarlı bir dünya görüşü (ideolojik- politik çizgi) üzerinde kadroların mutabakatı olmaması, 2) Kadroların dışa karşı mücadeleden çok parti içi mücadeleye odaklanması, 3) Parti içi demokrasinin yozlaşması, yozlaşmış delege sistemi nedeniyle yönetici kadrolarda entellektüel seviyenin düşmesi, yaygın sığlaşma, popülizm ve bunlara bağlı diğer olumsuzluklar.
Sayın Kayra’nın bu tespitleri günümüz CHP’si için de geçerli. Bu köşede (halen yayında olan ) 06.01.2016 tarihinde yazdığım “ CHP’deki Kronik Hastalıklar, Teşhis ve Tedaviler “ başlıklı yazımda aşağı yukarı ben de aynı tespitleri yapmıştım. Bugün, son yerel yönetim seçimlerinde halkımız CHP’ye meyleden bir tercih ortaya koymuş, yerel yönetimler düzeyinde kısmi bir iktidar verdi. Bu kısmi iktidarı TAM İKTİDARA çevirebilmesi için bünyesel hastalıklarından arınması şarttır. Önümüzdeki kongreler ve kurultay sürecini bir arınma fırsatı olarak değerlendirmek hayati önem taşımaktadır. Gelecek yazımızın konusu bu arınma süreci üzerine olacaktır.
Bu yazımızın devamında sıra ile, CAHİT KAYRA’NIN YAŞAM ÖYKÜSÜ, CAHİT KAYRA’NIN ESERLERİ, konumuz olan 68 KUŞAĞI kitabından ilginç ve ibretlik seçkileri bulacaksınız.
CAHİT KAYRA’NIN YAŞAM ÖYKÜSÜ
Cahit Kayra 1917 yılında İstanbul da doğdu. Feyziati İlkokulu ve Boğaziçi Lisesi’ni bitirdikten sonra, İstanbul’da başladığı Mülkiye’den, okulun taşınması nedeniyle, 1938 senesinde Ankara’dan mezun oldu. Öğretimi süresince İngilizce ile fransızcayı da öğrendi. Mezuniyetinin ardından Maliye Müfettiş Muavini olarak çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı süresince iki kez askerlik yaptı.
Maliye müfettişi olduktan sonra staj için 1 yıl süreyle İngiltere nin Londra şehrine gönderildi. Kasım 1950 tarihinde Gelirler Genel Müdürlüğü Müşavirliği ne atandı. 1955’te özel sektöre geçti, Yüksek Tcaret Okulu’nda dersler verdi. 1958’de Ticaret Bakanlığı Dış Ticaret Dairesi başkanı olarak memurluğa döndü. 1960-63 arasında Cenevre’de resmi görevde bulundu. 1963’te Maliye Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı oldu. 1964’te OECD temsilcisi olarak Paris’e atandı. 1967-72 döneminde yürüttüğü Maliye Tetkik Kurulu başkanlığından emekli oldu. Bülent Ecevit’in daveti üzerine CHP’de siyasete başladı. 1973 yılında Ankara milletvekilliğine seçildi. 1974 de CHP-MSP hükümetinde Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı oldu. CHP‘de Parti Meclisi ve MYK üyeliği yaptı, CHP kontenjanından Türkiye İş Bankası YK üyeliği yaptı. 1981’de siyasetten ve iş hayatından çekildi. Siyasetten çekiliş gerekçesini Türkiye’nin Politik Hayatına uyum sağlayamaması olarak açıklamaktadır. Cahit Kayra iş hayatının yanı sıra pek çok dergi ve gazetede yazılar yazdı. İş ve siyaset hayatına son verdikten sonra yazarlık hayatına devam etmektedir. Köşe yazılarının yanı sıra, başta İstanbul tarihi olmak üzere, çeşitli konularda kitaplar yazmaya, çevirmeye ve yayına hazırlamaya devam etmiştir. Bir süre de İstanbul Belediyesi Kültür Müdürlüğünde araştırmacı olarak hizmet vermiştir.
CAHİT KAYRA’NIN ESERLERİ
Yakın Doğu ve Irak Petrolleri, A Guide to the Turkish System of Taxation, Türkiye nin İthalat Politikası, Türkiye de Serbest Piyasada Altın Ticareti, Türkiye nin Gerçek Ödemeler Dengesi, Dış Finansman Teknikleri, Bodrum Üzerine Çeşitlemeler, Romantik Bir Karga, Turan Güneş in Şiirleri, Tarih-i Enderun, Eda Hanım ın Kırmızı Kedileri, İstanbul Zamanlar ve Mekanlar, İstanbul Haritaları, Eski İstanbul un Eski Haritaları, İstanbul un Yokuş ve Merdivenleri, Bostancı Sicilleri, Kandilli-Vaniköy-Çengelköy, Büyük Efendi nin Sarayı, Hoşçakal Bodrum, Kadıköy Rüzgarları, Sevr Dosyası, Çiçekleri Unuttular, Bir Osmanlı Doktorunun Anıları, Bir Mavi Yolculuk Seyir Defteri, 38 Kuşağı, Dicle de Kelek İle Yolculuk, Bilgeler ve Balıklar, Dünya Erkekleri Birleşiniz, Telefon Defteri, Yorgunluk Gideren Hikayeler, Osmanlı da Fetvalar ve Günlük Yaşam, Savaş Türkiye ve Varlık Vergisi
38 KUŞAĞI KİTABINDAN SEÇKİLER:
Yazar politik düşüncelerinin evrimini aşağıdaki pasajla açıklamaktadır.
Sayfa : 346
“Kırkından sonra solculuk
Bu bölümün sonunda kendim ve benzerlerim için bir yorumda bulunmak gereğini duyuyorum.
Benim kuşağım, sol doktrini ve solculuğu kırk yaşından sonra öğrendi. Bizler milliyetçi ve devletçi olarak yetiştirildik. Sol teoriyi ve öyküsünü Mülkiye’de pek az okuduk. Buna karşılık Nazım Hikmet’i, Sovyetler’de Stalin’in 1937’de rakiplerini ortadan kaldırmasını, Atatürk’ün İsmet inönü’yü devreden çıkarmasını ve liberal politika yanlısı Celal bayar’ı getirişini, Sahbahattin Ali’nin acıklı serüvenini, savaş sonrasında Sovyetler’in, daha doğrusu Rusların Doğu Avrupa’yı ellerine geçirişlerini, Katin ormanı ve Çekoslavakya trajedilerini izledik. Ben İngiltere’de stajda iken arkadaşlık ettiğim Londra’lı genç insanlarla Harold Laski’nin konferanslarına gittim. Dönüşte Sadi Gencer’le sol doktrini ve gerçekte olup bitenleri konuştum. Sol eğilimli ve çok şey bilen Sadi ile yaptığım bu konuşmalardan belli ölçüde etkilenmiş olabilirim. Ayrıca bu sıralarda Marks’ı, Engels’i, Plechanov’u, Pulitzer’i, Spartakistleri, Fransız sosyalizmini rahat rahat okumak için bol zaman buldum. Ama Sovyetler’in tehdidi sürdüğü sürece (ikinci kez askerlik hizmetine onların Türkiye’den isteklerde bulunmaları nedeniyle alınmıştım.) sol bize, benim kuşağımdakilere ve benzerim olan insanlara sempatik görünmüyordu. Sovyetler’in saptırılmış bir sol sistem olduğunu düşünüyorduk ama nasıl Amerika kapitalizmin kalesi ise solun kalesi de Sovyetler-Ruslar’dı. Fakat bütün bunlardan sonra, Halk Partisi’nde çalışırken, bu partinin en radikal üyelerinin, aramızda bulunan, sözgelişi “ Dış Ticaretin Devletleştirilmesi “ düşüncesini savunanların ( Ve politikadan ayrıldıktan sonra ithalat- ihracat işlerine girip büyük para kazanan), kızgın ve kavgacı snedikacıların ve bunların yöresinde kümeleşen hızlı insanların sol teori konusunda hemen hiç bilgileri olmadığını, bu konuda kitap okumadıklarını ve sadece fakirlik edebiyetı ile yetind,iklerini (ama seçimlerde başarılı olduklarını) görüp şaşıracağım zamanlar gelecektir.
1950 sonrasında Demokrat Parti iktidarında liberal politika uygulaması ile karşılaştık. Liberal politikayı, devletçilikle koşullandığımız için değil (Demokratlar devletçiliği eskisinden daha çok kullanıyorlardı) uygulamadaki aksaklıkları, bozuklukları, kötülükleri gördüğümüz için benimsemedik. Bu değerlendirmelerimize kişilere dönük (people oriented) dedikodular da yardımcı oldu. Kendi bütünlüğüne saygı duyan devlet hizmetlileri olarak görevimizi yaptık ama bu yönetimi beğenmedik. Solcu da olmadık. Devletçi kaldık.
1960 olaylarının sol yönü karışık ve bulanıktı. İlk kez “Sosyal devlet” kavramı ile karşılaştık. Ben bundan da bir şey anlayabilmiş değildim. Ama giderek, zaman içinde bir tür ruhsal tepki ile batı değerlerini tartışmaya başladık.
İlk bilinçli tepkilerim İsviçre’de GATT’ta zengin ve fakir ülkeler arasındaki çekişmeleri gördüğüm sıralarda oluştu. Bu, içinde henüz solculuk kokmayan bir anti-emperyalizm tepkisi, bir tür savunma çabası idi. Türkiye’ye döndüğümde gümrük tarifesini yükseltmek için yapacağım girişimin arkasında bu duyguların ve düşüncelerin payı büyüktü.
Paris’te OECD’deki Türk heyetine başkanlık ettiğim yıllarda kendi içimde yaptığım tartışmalarda sol gerçeğine daha çok yer ayırmaya başladığımı ayrımsadım. Bu gelişmeye OECD’deki ilişkilerimin etkili olduğunu düşünebilirim. Ayrıca Paris’teki öğrencilerle ilgilendiğim zaman da onların davasını biraz daha anlamış oldum. Bu yıllarda Fransa büyük öğrenci hareketlerine hazırlanıyordu. Medya da sol düşünce ve etkinlikler konusunda etkili oluyordu.
Paris’te bu düşünsel ortamı yaşarken Türkiye’de iktidar değişti. O zamana kadar bel bağladığımız Planlama Demirel hükümeti tarafından etkisiz hale getirildi. Memduh ( Aytür.AA) kıratında bir kişi, Planlama’dan alınıp bir köşeye atılmıştı. İktidardaki politikacıların düşünce sistemini beğenmemek için pek çok neden vardı. Bu politika sağda bir politikaydı. Ayrıca büyük ölçüde çıkar ilişkilerine dayandığını düşünüyorduk. Sosyal içeriğini beğenmemiz ve benimsememiz olanağı yoktu. Sonuçta sol teoriyi giderek daha çok öğrenmeye yöneldim. Eski solun yanında yenilerini, Eric From’u ve benzerlerini de incelemeye çalıştım.
Tetkik Kurulu’ndaki dört yıllık çalışma sırasında konuyu incelemek için rahat ve bol zaman buldum.Daha çok hazırlıklı olduğum için Sadi Gencer’le daha ciddi tartışmalar yaptım. Politik bilincimde eskisine oranla daha değişik ve daha berrak tanımlamalar olduğu sonucuna vardım. Bülent Ecevit’in daveti ve Cumhuriyet Halk Partisi içinde görev alma olanağının zamanlaması bu bakımdan uygun oldu.”
Sayfa – 401:
CHP kadrolarının parti içi mücadeleye birincil öncelik vermeleri üzerine ilginç örnekler.
“Politika dersleri
……………………………
……………………………
Ama Türkiye’deki siyaset anlayışıyla ve siyaset kurallarıyla ilk kez karşılaşıyordum. Bunlardan bir tanesi siyaset bilimci Deniz Baykal’ın formülüydü:
“ Politika sürekli koalisyonlar sanatıdır. “
Bu kural ne kadar doğru olursa olsun ben o kadar kıvrak değilim. Sürekli olarak değişik insanlarla değişik anlaşmalar yapabilecek kadar becerikli de değilim. Onun için her şeye rağmen aktif politikadan ayrıldığım tarihe kadar Bülent Ecevit’e bağlı kaldım. Oysa Bülent Ecevit’ten işittiğim formül daha korkutucu idi: “ Mücadele içe dönüktür.”
Bu formül politikada karşılıklı güveni ve bağlılığı yasaklayan bir formül.Yani karşı partilerdeki politkacılarla boğuşmanın önemi ikinci planda. Biz içerde, içimizde birbirimizle boğuşup duracağız. Ben siyaset bilimcisi değilim. Daha önemlisi bu konuda bilgilenmek için çaba harcamadım. Ama zaman içinde bu içe dönük mücadelenin bize nelere malolduğunu düşünerek üzüldüm. Bana göre bu anlayışın başta gelen nedeni ortak düşünceler olmayışıdır. Bir siyasi partinin üyeleri arasında dünya ve siyaset görüşünde ortak noktalar yoksa o zaman bu içe dönük mücadele demokratik değil egoistik ve anarşik bir nitelik kazanır. Bizim zamanımızın Cumhuriyet Halk Partisi’ni karakterize eden dağınıklığın kökenlerini burada aramak belki doğru olur.
Bunu söylerken CHP’nin, bir zamanlar Ortanın Solu, daha sonra Sosyal Demokrasi, Demokratik Sol programlarının olmadığını söylemek istemiyorum. Sorun bu programların önce tutarlılığı, sonra üstünde anlaşılması, uyum sağlanması sorunuydu ve biz gerekli böyle bir tutum yerine “ içe dönük mücadele” kuramını ön plana çıkarıyorduk. Bir yandan her an yeni bir koalisyon sanatı, öte yandan “içe dönük mücadele” ile ortak düşünceler ve kuramlar sağlanmasına engel olacak bir anarşik düzen kurmak Cumhuriyet Halk Partisi’nin geleceğini belirlemiştir.”
Sayfa – 443
Kurbanlık koyun kanlarına karşı asker, politikacı, bürokrat aydın tavrı üzerine.
“ seçim kampanyası provası
……………………………………
Elazığ Ferrokrom tesislerinin temelini atarken MSP’li bakanları davet etmedik. Bu arada askerlerden çok yakın ve sıcak ilgi gördük.Kolordu kumandanını ………… temel atma törenine çağırdık. Her zamanki gibi temellerin önünde kocaman gösterişli koçlar boğazlandı ve kanları temellere akıtıldı. İlk zamanlarda beni de çok rahtsız eden bu ilkelliğe alışmış olduğum için görünen veya görünmeyen bir tepki göstermedim. Ama Kıbrıs olayında mermi yaraları ile delinmiş bir helikopter ile törene gelen kolordu kumandanı salhaneye dönen şantiye merdivenlerinden uzaklaştı. Daha sonra kendisine bu davranışını sordum. :
- Biz gerektiğinde insanlarla savaşırız. Ama zavallı hayvanların bir eski zaman dinsel töreninde öldürülen kurbanlar gibi boğazlarının kesilmesine dayanamam, dedi .
Uçakta dönerken Ali Topuz’a :
- Biz gözümüzü kırpmadan bakıyoruz; neden kumandan bakmak istemiyor? Biz askerlerden daha mı vahşiyiz, diye sordum.
Çok rahat açıkladı :
- Biz politikacıyız !”
Sayfa -446 : Bakanlık kadrolarında partizanlık mı, liyakat mı ?
“ ……………….. Bu bakanlığın ( Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı) başına gelen siyasetçiler hazır ve yetenekli bir mekanizma, yetişkin bir yönetici, uzman mühendis kadrosu bulur. Bu kurumların yapılmakta olan geniş bir yatırım yelpazesi ve dosyalarında pek çok projenin planları, raporları vardır. Bunların birçoğu eski dönemlerden hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından kalmadır; ya da yeni kuşaklar durmadan yeni projeler üretirler. Bu kadronun Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi ve teknokrasisi içinde yetenek ve sorumluluk bakımından en iyilerinden bir olduğuna inanıyorum. Bu nedenle bu kadroda gerek olmadıkça değişiklik yapmamaya çalıştım. Bu nedenle değiştirmediğim TEK genel müdürü Behçet Yücel, ve MTA genel müdürü Sadrettin Alpan yüzünden partili siyasetçiler tarafından sürekli ve ağır saldırılara uğradım.‘’
Sayfa – 471:
“ Partinin rengi
Bu sıralarda yeni bir olayla karşılaştık. Soru partinin daha sola açılıp açılmaması olarak ortaya çıktı ve hemen bunun kavgası başladı. Mustafa Ok, Şükrü Koç, Yılmaz Alparslan, Hasan Okyay, Süleyman Genç ve arkadaşları “Daha çok sol” yanlısı idiler. Ancak somut olarak bunun amaçlarımız yöntemlerimiz bakımından nasıl değişiklikler getireceği belli değildi; ya da en azından ben anlayabilmiş değildim. Daha radikal bir doğrultuya yönelteceğimiz belli, ama bu yön Marksist bir sol mu, Fransız solu mu; ya da başka bir model mi ?...................................
…………… Partinin içinde bu konuda çeşitli rüzgarlar esiyordu. Partinin radikal elemanlarının sol doktrin konusundaki cehaletleri şaşılacak ölçüde idi. Buna karşılık istek ve iddiaları da o ölçüde abartılıydı. Bir bölüm parlamenterin hiç ilgi göstermemesine karşın bazı politikacılar arasında kavram karmaşası ve bilgisizlik içinde yürütülen ciddi çekişmeler oluyor, ve liderin başı ağrıyordu. “
Sayfa – 475
Hakim Tepeler politikasından hakim delegeler pratiğine.
“hakim tepeler teorisi ve liderler
Eskiden CHP’nin yönetim stratejisinde “Hakim Tepeler” diye bir formül varmış, özellikle politika alanına alınacak yetişmiş devlet görevlilerinin seçilmesi gibi konular, partinin çalışmaları içinde “hakim tepeler”in tutulması anlamına gelirmiş. Zaman içinde değişen politikacı kuşakları konulara bu açıdan bakmanın pratikte yararlı olmadığı sonucuna vardı. Mücadele yöntemi değişti. Bütün sorun “ delegeleri ele geçirmek ve bunun için il ve ilçe kurullarına egemen olmak” şeklinde formüle bağlandı. Buna göre Ankara köy ve mahallelerindeki parti temsilcilerini ve Ankara ilinin yönetimini ele geçiren, “hakim tepeler”i tutmuş demekti. Ancak bu çok taraflı bir operasyondur…… ………………….
Burada Türkiye’de politika kavgalarına, siyaset bilimi kitaplarının sayfalarını kapatıp yaşanmış olayların gözlüğü ile bakmak istiyorum. Bu mücadelede önemli olan faktör şudur: Türkiye toplumunun sosyolojik yapısında yüzyıllar boyu oluşmuş bir göçebelik eğilimi vardır. Bu göçebelik, mekan kavramlarını aşıp insanların ruhlarına sinmiş gibidir ve göçebelik aynı zamanda iş yaşamına da yansır. Sonuçta bunun uzantısı olarak herkes her yerde her işi yapabilir gibi bir ruhsal yapı oluşmuştur. Osmanlı Dönemi’nde II. Mahmut XIX. Yüzyıl başında Deli Osman Ağa’yı kayıkçılıktan alıp sadrazam yapmıştır. XX. yüzyıl sonundaki Türkiye’de hiçbir hazırlığı, birikimi ve hepsinden önemlisi, dünya görüşü olmayan kimseler de en yüksek politika mevkilerine çıkabilmektedir. Osmanlı geleneği 1950’lerden sonra bu alanda yeniden hortlamış gibidir. Toplumların ve insanların dünya görüşleri geniş bir yelpazeye yayılmış pek çok alanı kapsar. Bu alan içinde, felsefe, tarih, sanat, din, bilim, yaşam biçimi, ahlak, siyaset ve benzeri gibi pek çok ve çeşitli dünyalar yer alır. Genelde ve özellikle düşün açısından azgelişmiş toplumlarda böylesine geniş spektrumlu dünya görüşü olan kimseler, yani “elite takımı” güçlü değildir; buna karşın siyaset sektörü yaygın olarak genelde herkeste kendisine yanıt bulabilir. Bu olay içinde ilgiliyi siyaset alanına iten dürtüler arasında “çıkar” faktörü özellikle önemli rol oynar. Dar varlıklı (ve dünya görgüsü yetersiz) küçük kasaba hemşerilerinin Türkiye’nin politika alanını doldurmalarının temel nedenlerinden biri de bu olmalıdır. Türkiye’de bir yandan “düşün fakirliği”nden, öte yandan demokratik yöntemlere ilişkin geleneklerin gelişmemiş olmasından doğan bu gerçek sonunda ciddi bir tehlike yaratır. Bu tehlike genellikle her ilçe başkanının gelecek seçimde milletvekilliğine aday olmasıdır. Böylece ilçe başkanlığını elde eden kişi, kendi ilçesinden çıkmış olan milletvekilini gelecek seçimde engeller; kendisini seçtirir. Bir sonraki seçimde de kendisi tasfiye edilecek ve yerine yeniden bir benzeri, bir prototipi gelecektir. Bu operasyonun anahtarı da ilkel ve ciddiyet dışı yürütülen delege sistemidir. İlçe başkanı delegeleri ayarlar. Bu delegelerin özellikle Sosyal Demokrat – Demokratik Sol gibi yetişmiş, hazırlıklı elemanları gerektiren bir partinin doktrinleri ile hemen hiç ilgisi yoktur. İstedikleri tek şey yalnız, geniş anlamda kendi çıkarlarının sağlanmasıdır. Bu nedenle sık sık parti de değiştirirler. Bu delegelerin seçecekleri kişiler de onların benzeridir. Devamlılık bütün kurumlarda başarının başta gelen koşuludur. Oysa bu suretle sürekli olarak değişip duran politik (ve çok yeteneksiz) kadroların yerlerinde kalabilmek, politika yapmayı sürdürebilmek için yararlı ve başarılı olma olanakları yoktur. Sürekli olarak değişen bu kadrolar sürekli seçim telaşı içindedirler ve ülke sorunları (zaten çalışma yetenekleri yoktur) ile gerçek anlamda ilgilenmelerine ayırabilecek zaman da bulamazlar.
Bunun dışında ikinci bir başka olay da bu konumun sonucu olarak ortaya çıkar. Liderler güçleri, entellektüel üstünlükleri, ve benzeri erdemleri olmasa da “otoritenin kaynakları” prensiplerine uygun olarak statüleri yüzünden güçsüz kadrolar karşısında, hak etmedikleri ölçüde güçlenirler. Devlet yönetimi tümüyle gerek tabanda gerekse de tavanda, gereken ciddiyetten ve etkinlikten yoksun kalır.
Türkiye 1950’lerden bu yana giderek yoğunlaşan bu sorunu aşamamıştır. Bize gelince, ben ve tanıdığım politikacılar; bizim de aynı kısırdöngünün karmaşası içinde değerli zamanları yitirdiğimizi düşünüyorum. 1975 yılı notlarıma baktığım zaman gördüğüm manzara şudur: Benim de içinde yer aldığım Ankara politikasında milletvekillerinin siyasi etkinlikleri sürekli olarak köyleri ve mahalleleri dolaşmak, temsilcilerin işleri ve özel sorunlarını izlemek ve kovalamak olmuştur. Bu konuda o zamandan beri politikadan ayrılmayan bir milletvekilinin defterinde yüzlerce belki de binlerce ad, adres ve telefon numarasının yazılı olduğunu anımsıyorum.
Bu düşüncelerim, Türkiye’de politikacı ve politikacının seçimi konusunun bilimsel ve sistemli bir analizi olarak alınmamalıdır. Bunlar bir anının içinde, anımsanan olayların yazara düşündürdükleridir.”
Sayfa-491
“Türk demokrasisi ve popülizmi.
……………………………………. ……………….Kendi gerçek sorunları, bu sorunların derinlerinde yatan tarihsel ve toplumsal nedenler ve bunların içinde yaşadığı toplumun sorunları ile ilgisi üstüne gerçek bilgisi olmayan “seçmen” Türkiye’de “yerel politikacı”nın değerlendirmelerinden etkilenir Bu politikacı daha sonra yukarıdaki politikacıyı da etkileyecek ve onları kendi formuna sokacaktır.
Türk toplumunda “iç politika” tabandaki seçmen ve üstteki yönetici tarafından değil sınırlı sayıda insanlardan oluşan ortadaki politik kadro tarafından biçimlendirilir. Tabandaki seçmen kendi sorununun ne olduğunu bu aradaki politikacıdan öğrenir. Daha doğrusu kendisinin anlayabildiğini hangi politikacıdan dinlerse o politikacıyı yeğler. Yukarıdaki yönetici de iç politikaya ilişkin davranışlarını, kararlarını ve uygulamalarını bu katmandaki politikacıların telkin ve tavsiyelerine göre düzenler. Bu telkin ve tavsiyeler bazı hallerde zorlamaya dönüşür. “
Bu ortam içinde son perdeyi bir örnekle açıklamaya çalışacağım: 1974 ya da 1978 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi yöneticilerini hükümet kurmaya yönelten neden, liderin ve yöneticilerin akıl ve duygularının değerlemeleri yanında büyük ölçüde parti örgütünün baskısı olmuştur. ….. “
Sayfa – 497
Entelektüel siğlaşma üzerine.
“Bilimsel çalışmalar
………………………………………
(1976’da Bilimsel Araştırma Grubunun başına Haluk Ülman’dan sonra ben getirildim) . Araştırmanın başına geçtikten sonra belli hazırlıkları olan çeşitli kişileri merkezde toplamaya çalıştım. Bu dönemde Hasan Esat Işık, Prof. Gündüz Ökçün, Vural Güçsavaş, Doçent ( şimdi prof.) Bilsay Kuruç, Prof. Nusret Fişek, Prof. Erdal Atabek, Altan Öymen, Prof. Sevim Görgün, Necat Erder, Hikmet Çetin, Nazif Öker, Aykut Eksen ve daha başkaları kendi konularında çalışmalar yaptılar. Bu çalışmalar sonunda raporlar hazırladık. Bu raporlara parti içinde kimlerin ilgi gösterdiğini hep merak ettim. Belki Necdet Uğur ilgilenmiştir ama başkasının, raporlarımızı açıp okuduğunu, arayıp sorduğunu sanmıyorum.
1976’nın Kasım’ında yaptığımız kurultay sırasında Ecevit, Araştırma Grubunun yönetimini Bilsay Kuruç’a devretmemi ve bu çalışmaların genel yönetim kurulunda benim tarafımdan izlenmesini istedi. Kurultaydan sonra yeni genel yönetim kurulu oluşturulduğu zaman içimizde iş bölümü yapıldı. Turan Güneş Dışişleri’ni, ben ise ekonomik durumu inceleyip kurula getirecektik. Güneş kurula iki kez bilgi verdi. Ben daha dayanıklı oldum; dört beş kez rapor getirdim. Kimse bizim anlattıklarımızı dinlemiyor, kimse getirdiğimiz raporları okumuyordu. Özene bezene yazdığımız ve çoğalttığımız raporları masalardan topluyorduk. Herkesin aklında Adıyaman’daki il başkanı, Kastamonu’da partiye katılanlar, radikal sol kanadımızdaki gelişmeler, İzmir mitingi gibi konular vardı. Bir gün çantamı açarken Coşkun Karagözoğlu Eric From’un kitabını gördü:
- Bu komünist mi ? dedi. Eric From’un kim olduğunu anlatmaya çalıştım. Kısa kesti (sordu):
- Kaç delegesi var ?
Bir tür hakaret sözleri ile bir daha rapor yazmayacağını söyleyen Güneş’in gerçekçiliğini, ya da yaptığımız işin anlamsızlığını giderek gördüm ve ben de (rapor yazmaktan) vazgeçtim.”
Sayfa – 568
Delege ağalığı sisteminin tarihsel kökenleri üzerine.
“Önseçim ve sonuçlar
………………………………
Geçen dört yılın hesabını yaptım. Politika ile boğuşmaktan aile yaşamımız altüst olmuştu. Eğer bunun karşılığında olumlu ve yararlı bir şeyler yapabilseydim bu, özveriyi sürdürme elbette değerdi; ama gerçek böyle değildi. Onu yeniden kurmaya, yani değişik bir yaşam stiline dönmeye başlayacaktım. İlçe toplantıları, kavgalı dövüşlü kongreler, kendi yararıma ve bağlı bulunduğum kimselerin yararına, çoğunu tanımadığım insanlara, hatta daha önce yakın arkadaşlık ettiğim kişilere karşı, bunlar erdemli, bütünlüğü olan kimseler olsalar da, bile bile, garip bir kavga… başka koşullarda yan yana gelemeyeceğim insanlarla düşündürücü bir işbirliği… Ve hepsinin üstünde bu savaşımı ne için verdiğimizin bilinçsizliği… şimdi değil, o zaman da Altındağ’lı İbrahim’in, Kızılcahamam’lı Osman’ın, mezarlıklar memuru Ali’nin benimle hangi ortak değerleri paylaştıklarını düşünmüş ve umutsuzluklara kapılmıştım. Bir bakıma bu davranış bizim halkçılık idealimizin bir parçası idi. Ama İbrahim’in biz iktidara geldikten sonra gecekondu mafyasının elebaşılarından olacağını, Kızılcahamam’lı Osman’ın küçük bir para karşılığı kendisinin ve yandaşlarının oylarını pazarlık konusu yapacağını, mezarlıkçı Ali’nin desteklediği kimselerle birlikte varlığını arttırmak için partinin itibarını satacağını tahmin edemeyecek kadar saf olduğumu zamanla anladım.”
Sayfa – 575
12 Eylül arifesinde çıkarılan bilanço.
“Yerel seçim hazırlıkları (12 Eylül 1980’e doğru)
………………………………………………………………………………………………
Ben her zamanki gibi Türkiye’nin sorunlarına çare bulabilmek için mecliste büyük çoğunluk gerektiğini ……………………………
Demokrasiyi ancak iki büyük partinin anlaşarak kurtarabileceklerini söyledim. İsmail Hakkı Birler beni açıkça destekledi:
- Öncelik CHP + AP koalisyonundadır.
……………………
…………………
O gün (
31 Ağustos 1977 ) Orhan Eyüboğlu ile
yaptığımız konuşma sırasında Ecevit ve CHP hareketinin neden başarısız
olduğunu görüştük. Notlar almışım; demişiz ki :
“Başarısızlığımızın nedeni iç çekişmemiz. Bu yorum, Bülent Ecevit’in ‘ mücadele içe dönüktür kuralını gündeme getiriyor. Ancak ‘neden iç çekişme’nin açıklanması gerekir.
Notlarıma göre bunu şöyle açıklamışız:
“Ülkenin büyük sorunları var. Biz bunları göğüsleyebilecek, çözecek güce sahip değiliz. Bunun için gerekli entelektüel gücümüz ve böyle bir güçle donatılmış kadromuz yok. Bu yüzden çözemeyeceğimiz sorunları bırakıp iç çekişmelere dönüyoruz. Böylece hem kendimizi aldatıyor, hem de belki, kamuoyunu oyaladığımız sanıyoruz. “
1970’ler CHP’si bugünkü konumdan çok daha avantajlı olarak kısmi bir iktidar elde etmişti. Bunu tam iktidara çeviremedi ve Türkiye’nin 12 Eylül’e toslamasına önleyecek politikalar üretemedi. CHP kadrolarına bu kitabı okumalarını hararetle tavsiye ediyorum. Hatta CHP’nin bu kitabı eğitim dökümanı olarak kullanmasını öneriyorum. İyi okumalar.
AHMET AKKÜÇÜK / 13.11.2019
Yazar Sayfası: Yazarın Köşesi: / Tarih: 18.11.2019 00:00:00 / Okunma = 18966