Kalemin, kağıdın hükmünü yitirdiği anlar olur...
Gözlerinize bir bulut çöker, yüreğinizde yakıcı bir sitem,
boğazınıza hüzün düğümleniverir. İnsan, ömrünün çok az anında -ki, içinde
insanlıktan eser kalmışsa- “Bu da mı olacaktı” der kendine. Sessizliğin içinde
soylu bir öfke dizginlenmiştir.
O an bu andır işte.
Günlerdir herkes bir şeyler yazdı çizdi.
Kimi “devlet koruyamıyor” dedi, kimi olayı ırkçılığa kadar
getirdi.
Güzeller güzeli Helin’in (16) katlinden siyasi malzeme
çıkaranlara sözüm.
Sizin bu her olayı başkasına yıkma, suçlu arama, suçları
ideolojik olarak kategorize etme telaşı…
Cinnet toplumu
dedikleri bu olsa gerek... Her şeyin paraya, bencilliğe, siyasi ikbale tahvil
edildiği, bütün ölçünün dünyevi hazlara indirgendiği ve suçun top misali
ayaktan ayağa sektirildiği bir dünya…
Herkes sütten çıkma ak kaşık!
Kaçının aklından “aile”
mefhumu geçiyor, kaçı gerçekten o gencecik, pırıl pırıl evlada üzülüyor?
Kimse kusura bakmasın; Kıbrıs Türklerinin çoğu, toplumsal
kaygıları, kimlik siyaseti gibi hararetli fikirlerden ayırmayı beceremiyor ve dezavantajlılara
yardım etme değil, siyasallaşmış bakış açılarını kanıtlama derdi
içinde. Kızgınlık, mağduriyet ve yakınma yeni para birimi. Buna bir de
“Batılı gibi görünme hastalığı” eklenince bu tür olaylar tepe tepe
kullanacakları siyaset malzemesi. Her şeyleri programlanan, inançsızlıkları
ölçüsünce medeni sayılan bir güruhun, böylesi elim bir olaydan siyasi ikbal
devşirme iştahını görmek için üstün bir zeka gerekmiyor.
“Devlet çocuklarımızı korumuyor” dediniz ya ben bir anne
olarak şunu sorayım; Biz evlatlarımızı koruyabiliyor muyuz? Söz geçirebiliyor
muyuz? Zarar geleceğini bildiğimiz arkadaşlarından uzak tutabiliyor muyuz?
Dışarıdaki tehlikeleri sıraladığımızda, onları ikna edebiliyor muyuz?
Ben bir anne olarak cevaplayayım: Hayır!
Bunun suçlusu ebeveyn mi? Ona da hayır! Bunun suçlusu aile
kurumunun kucağına koyduğunuz dinamit. Bunun içinde eğitim de var, hukuk sistemindeki
boşluklar da var, mahalle baskısı dediğimiz sosyal koruyucunun yok edilmesi de
var.
Geçen yıl bir işyerine gittim. İşyeri sahibinin 7 yaşındaki
kızı, annesinin söylediklerine şiddetle refleks gösteriyor. “Şunu ver, şunu
yap” şeklinde emirler yağdırıyordu. Ben dayanamadım, “annen senin iyiliğini
düşünüyor. Onu dinle” gibi bir şeyler söyledim. Cevap: “Ben ayrı bir bireyim,
beni kimse yönetemez!”
Babamızın bakışından kızgınlığını anlayıp, ortadan sıvışan
bir neslin çocuğu olarak bu davranışı garipsedim, annesinin vermesi gereken
cevabı ben verdim: “Evet, sen bir bireysin ancak kendi kararlarını kendin
verecek olgunluğa ulaşıncaya kadar senin için alınması gereken kararları annen
alacak.” Belli ki eğitim sisteminde bu tür bilinçaltı çalışmaları yapılıyor.
Ona keza psikologların ve kişisel gelişimcilerin de içine düşüp, başkalarını
çekmeye çalıştıkları tuzak bu: Siz değerlisiniz, sizi üzen canınızı sıkan
herkesi hayatınızdan çıkarın, bu ailenizden birileri bile olsa!
Psikoloğun bu tavsiyesiyle anne babasıyla 10- 15 yıldır
görüşmeyen insanlar tanıyorum ben.
Olaya biraz da bilimsel bakalım: Arthur Schlesinger Jr,
Batının dibine kadar gidip, beğenmeyerek geri döndüğü bu durumu şöyle
açıklıyor: “insanlar uçsuz bucaksız, anonim bir denizde ne kadar çok sürüklenirlerse,
tanıdık, anlaşılır, koruyucu herhangi bir cankurtaran salına doğru umutsuzca
yüzdüklerinde bir kimlik politikasını daha çok arzuluyorlar.”
Başka bir deyişle, sevgi dolu, istikrarlı evlerin çöküşü
bizi başka yerde aile, arkadaş ve o minvalde gruplar aramaya sevk ediyor. İşte
dışarıdaki kötü niyetli insanlar burada devreye giriyor. Dışarıdaki gruplarda
baskı yok, kaygı yok, eğlence var! Sosyal medya burada en pratik sistem. Kötü
niyetli kişilerin öyle Deep Web’e de uzanmaları gerekmiyor. Surface olarak
adlandırılan yüzde 10’luk kısımdan çocuklarımıza ulaşıp elimizden
alabiliyorlar.
Özetle, Batı dünyasını kasıp kavuran bireysellik, yalnızlık
ve boşluk salgını bize de sirayet etmiş durumda. Batılı sistemin hazırladığı
kitaplardan eğitim alan bizler, bilerek ya da bilmeyerek “ego”yu yükseltip,
aile kurumunu, aile içi otoriteyi yerle bir ettik. Roller değişti,
çocuklar ana babaları yönetir hale geldi. Doktorlar ve politika yapıcılar tarafından
“bir halk sağlığı sorunu” olarak kabul edilen bu durumun, toplumsal cinnetlerin
yanısıra çok sayıda soruna yol açacağı kanıtlanmış ki, İngiltere eski Başbakanı
Theresa May yalnızlık için bir bakan atamıştı.
Son olarak; Modernlikle özdeşleşen bireyciliğin, kendini
keşfetme ve geliştirmenin tek aracı olduğu iddiası, öğreticilerin “Benlik”
kavramını yüceltmesiyle birleşince biz ana- babaları çaresiz bıraktı. Bireysel
özgürlükler adına sosyal bağlarımızı koparınca da vahim sonuçlar ortaya çıktı,
çıkacak. Kitle iletişim araçlarıyla desteklenen, sosyal medyadaki
yandaşlarla çığırından çıkan “bireycilik, öz-yönetim” gibi edinimler insanlar
için iyi bir şey olarak görülse de uzun vadede sosyal bir yaratık olan insanın
hayatta kalması ve gelişmesi için bir aileye ihtiyacı var.
Evet, dışarıda kötüler, kötülükler var. Şiddete karşı her
platformda kavgamızı sürdürsek de 16 yaşında bir yavru gittikten sonra kimin
haklı kimin haksız olduğunun çok önemi kalmıyor. Yani, elzem olan olayı kendi
ideolojimiz lehine kullanmak yerine çocuklarımızı nasıl koruyacağımız yönünde
fikir üretmemiz. Bana göre “Modern İnsan
Projesi”yle ruhumuzdan koparılan yavrularımız ancak eski tip aile örneğiyle kötülüklerden
korunabilir. Yani, anne- baba- öğretmen otoritesinin “psikolojik şiddet”
sayılmadığı günlerdeki aile yapısıyla…
Sizin öneriniz?
Yazar Sayfası: Yazarın Köşesi: / Tarih: 28.01.2023 16:13:22 / Okunma = 21078