Öğretmenlerin Tanzimat’tan beri asıl görevi cehaletle savaşmaktı. Tevfik Fikret’in kaleme aldığı Darulmuallimîn Marşı’nda bu görev açıkça vurgulanır.
Türkiye’nin modernleşmeye şiddetle ihtiyacı vardı ve devlet bu görevi öğretmenlere vermişti. Devletin cehalete prim verdiği dönemlerde de öğretmenler bu görevlerini unutmadılar. Devrimin dünyada yükseldiği dönemlerde bu görevlerine halkçılık mücadelesini de eklediler. 1921’de Türkiye Muallime ve Muallimler Birliğinin muhteşem bildirisinde Türkiye’nin sosyal bir devrime ihtiyacı vurgulanarak öğretmenlerin bunu yapıcısı olduğu dile getiriliyordu. Bu bildiri TBMM’nin tutucu mebusları tarafından itirazlara uğramıştı. Bugünkü iktidarın benzeri iktidarda olsaydı, bu dernekçilerin hepsi KHK ile görevden atılırdı. Yazıya, yeni ortaya çıkmış bir fotoğraf koyuyorum. 15 Temmuz 1921’de toplanan “Maarif Kongresi”ne katılan 180-200 kişiden bir grup görünüyor. Hepsi Osmanlı devletinin okullarında okumuş bu eğitimcilerin aldığı kararlara bakıp 20. Eğitim Kurultayı’nda gericiliği savunan eğitimciler utanmalıdırlar.
Diğer meslekler gibi öğretmenlerin arasında da farklı tutumlar hep olagelmiştir. Fakat Türkiye öğretmen kimliğini hele 1960’lardan sonra daima devrimci-sosyalist öğretmenler temsil etmiştir.
Öğretmenlerin çıkardığı yayın organlarında öğretmenlere hep Türkiye için aydınlık bir hedefe ulaşma çabası önerilmiştir. Önce Köy Öğretmen Dernekleri, sonra Türkiye Öğretmenler Sendikası, çok geçmeden Türkiye Öğretmenler Dernekleri Federasyonu, İlk-Sen, TÖB-DER, Eğit-Der, 1990’da kurulan Eğitim-İş, Eğit-Sen, öğretmenlerin çoğunluğunu bünyelerinde toplayabiliyor, büyük yürüyüş ve mitingler düzenleyebiliyor, hatta 1920 İstanbul İlkokul öğretmenlerinin yolunu izleyerek boykot ve grevler düzenleyebiliyordu.
DURUM NASIL DEĞİŞTİ
Günümüzde durum tamamen değişmiştir. İlerici öğretmen azınlığa düşmüş, yıllarca küçük bir azınlığı temsil eden dinci öğretmenler çoğunluğa hükmeder hale gelmiştir.
Neden böyle olmuştur? Bunun ilk nedeni, devrim dalgalarının bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de geri çekilmiş olmasıdır. İkincisi ise 2002’den beri kesintisiz iktidarda bulunan AKP hükümetinin uyguladığı partizanlıktır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, her yıl Temmuz ayında, sendikaların üye sayılarını Resmî Gazetede ilan ediyor. Bu yılki rakamlara göre, sendikalı öğretmenlerin yalnızca 4.1’i Eğitim-İş üyesidir. Eğitim-Sen, örgütlü öğretmenlerin yalnızca 5.8’ini temsil ediyor. Milliyetçilik ideolojisi üzerine kurulan Türk Eğitim-Sen’in pastadaki payı 17.4’tür ki, Eğitim-İş ve Eğitim-Sen’in toplam üye sayısının iki misline yakın.
Öğretmen örgütlenmesi ve mücadelesi tarihinde kıyıda köşede kaşmış, dişe dokunur bir varlık gösterememiş dinci öğretmenlerin başında bulunduğu sendikanın örgütlü öğretmenler içinde temsil ettiği oran ise her üç sendikanın toplamından fazladır. (Yüzde 34.8).
Eğitim-Bir Sen üyelerinin içinde farklı görüşten öğretmenlerin de bulunduğu ifade ediliyor. Ancak göreve başlarken okul müdürü tarafından önüne sürülen üyelik formunu doldurmak zorunda kalan veya kendini güvenceye almak için iktidar yanlısı bir sendikaya üye olmak da bir kimlik buhranının kanıtı değil midir?
Geçtiğimiz yıllarda kız ve erkek liselerinin ayrılmanı isteyen bu sendika yetkilileri, şimdi Millî Eğitim Bakanlığı ile birlikte eğitimi dincileştirmek için çalışıyor. Son 20. Millî Eğitim Şurası’nda Bakanlıkla anlaşmalı olarak Şûra Genel Kurulu’na getirdikleri ve Şûra bileşimi de buna göre ayarlandığından oy çokluğu ile kabul ettirdikleri bir karara göre, okul öncesi eğitimde din eğitimi zorunlu olacaktır. İlk ve ortaöğretimde zorunlu din dersleri zaten laiklik ilkesine aykırı ve demokrasiye, insan haklarına aykırı iken şimdi buna okul öncesinden başlanmak istemesi rejimin geldiği nokta açısından ibret vericidir.
Her ne kadar “şura kararları tavsiye niteliğindedir, Bakanlık istemezse uygulamaz” denilse de konu bir kez gündeme girmiştir ve fırsat yakalandığı anda adım adım hayata geçirileceği açıktır. Bu kararın devletin tepesinden geldiğini, ancak buna Eğitim-Bir Sen’in aracı kılındığına inanmayan var mıdır?
Din, toplumların kültür hazinelerini oluşturan öğelerden bir olmasından yararlanan şeriatçı çevreler, devleti dincileştirme kararlarında toplumdan önemli bir itiraz gelmeyeceğini düşünerek bu konudaki uygulamalarını adım adım hayata geçiriyorlar. Nerede duracakları belli değildir. İktidarları devam ettiği sürece durmayacakları da açıktır.
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNE AYKIRI
Oysa devlet, din işleri için değil, dünya işleri için çalışmak zorundadır. Din ve devlet işlerinin ayrılmasından beri yüzyıllar geçti. Din artık bireylerin kendi vicdanlarını ilgilendiren bir konudur, devleti ve devlet adamını değil.
Toplumdaki din ve mezhep ayrılıklarını bir yana bıraksak bile aynı mezhepten insanların bile inanç kalıpları farklıdır. Zorunlu din dersinde hangisinin anlayışı öğretilecektir? Günlük ve ekonomik hayat dine göre mi düzenlenecektir? Giyim-kuşamda bir dini telkin veya zorlama yapılabilecek midir?
Bütün bu çetrefilli işlerin altından kalkabilmek için tutulacak en doğru yol, devletin dini kendi anlayışına göre biçimlendirmeden vazgeçmesi, inanç biçimleri telkin etmekten kaçınması, dini yurttaşların vicdanına bırakması ve buna saygı göstermesidir.
“Öğretmen” denebilecek öğretmen bunu kavramış olan eğiticidir. Onun, eline teslim edilmiş bütün çocuklara eşit davranması da ancak bu anlayışla mümkündür. (8 Aralık 2021)