Yargıtay, 28 Şubat davasında aralarında Çevik Bir, Çetin Doğan ve Erol Özkasnak’ın da bulunduğu 14 sanığa verilen müebbet hapis cezasını onadı. Kararın ardından yaş ve sağlık durumları dikkate alınmadığı takdirde bu isimlerin yanısıra Ahmet Çörekçi, Aydan Erol, Cevat Temel Özkaynak, Çetin Saner, Fevzi Türkeri, Hakkı Kılınç, İdris Koralp, İlhan Kılıç, Kenan Deniz, Vural Avar ve Yıldırım Türker’in tutuklanması bekleniyor.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararının detaylarını paylaşmadan önce şunları vurgulayalım:

Birincisi; süreç boyunca gerek Erdoğan ve AKP’lilerin yaptıkları açıklamalardan gerekse Erdoğan’ın kızları ve bazı AKP’lilerin davaya müdahil olmasından biliyoruz ki, 28 Şubat davası baştan sona siyasi bir davaydı.

İkincisi; 2007 yılında New York havalimanında sorgulanan ve “Kozanlı Ömer” diye bilinen dönemin “FETÖ Emniyet imamı” Osman Hilmi Özdil’in üzerinden, Ergenekon’un yanısıra 28 Şubat davasında sanık olacak kişilerin isimleri kodlanmış olarak çıktı. Bu da sözkonusu davaların çok önceden planlanıp kurgulandığını gösterdi. Göstermekle kalmadı, “Kozanlı Ömer” olayı hem “FETÖ çatı davası” hem de Emniyet İstihbarat görevlilerinin yargılandığı davalarda “kumpasın” delili sayıldı.

Üçüncüsü; 28 Şubat davasının soruşturma ve kovuşturma aşamasında görev alan çok sayıda hakim ve savcı, 15 Temmuz’dan sonra “FETÖ”den tutuklandı; delillerin bir bölümünün sahte olduğu ortaya çıktı.

Tüm bunlara rağmen görüyoruz ki, Erdoğan ve AKP, “FETÖ kumpaslarının” miladı olarak “Gezi”yi kabul ediyor. Değil 28 Şubat ya da Ergenekon, Balyoz; neredeyse artık MİT Müsteşarı’nın 2012’de ifadeye çağrılması bile “kumpas” sayılmıyor!..

Acaba neden?

Manidar Zamanlama

28 Şubat davasının takvimine de dikkat çekmemiz gerekiyor.

5 yıl süren dava Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 Nisan 2018’de karara bağlandı. Yaklaşık 2 yıl sonra 22 Haziran 2020’de İstinaf onadı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, dava ile ilgili tebliğnamesini bu yıl 28 Şubat’tan 3 gün sonra, 3 Mart’ta tamamladı.

Yargıtay eski 16. Ceza, yeni 3. Ceza Dairesi ise yıllardır bekleyen yüzlerce dosya olduğu halde 28 Şubat dosyasını ele alıp, tebliğnameden sadece 3 ay sonra, 30 Haziran’da kararını verdi. Karar da dün, yani Cuma günü açıklandı.

Önce 5 yıldır Yargıtay’da bekleyen Balyoz kumpasında yargılanan 7 isim hakkındaki beraat kararının bozulması ve iktidar medyasının bunu “Amiraller bildirisine emsal olacak” diye sunması… Ardından 28 Şubat kararının gelmesi…

15 Temmuz’un yıldönümü öncesi oldukça manidar değil mi?!

Beraattan Müebbete

28 Şubat davasına “suçtan zarar gördükleri” iddiasıyla, Erdoğan’ın kızları Sümeyye Erdoğan Bayraktar ve Esra Albayrak’ın da müdahil olduğunu hatırlatmıştık. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bu iki isim ve diğer katılanların temyiz taleplerini, “suçtan doğrudan zarar görmedikleri halde davaya katılmalarına dair verilen kararlar hukuki değerden yoksun” diyerek reddetti.

Kararın detaylarına geçmeden önce bir kulis bilgisini paylaşalım.

Sanıklar, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüsle” suçlandı ve bir bölümüne müebbet hapis cezası verildi.

Buradaki önemli ayrıntı şu: 28 Şubat döneminde yürürlükte olan TCK’da “şiddet” ifadesi yoktu, yıllar sonra eklendi. Yani cezalandırma için hem cebir hem şiddetin olması öngörüldü.

İddialara göre, işte bu önemli ayrıntı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinin hazırlanması aşamasında da tartışılmış ve 28 Şubat’ta herhangi bir “şiddet unsuru” olmadığı için beraat kararı verilmesi gerektiği konuşulmuş. Ancak bu görüş kabul edilmemiş!..

Yargıtay Neleri “Şiddet” Saydı?

Peki Yargıtay “şiddet” konusunu nasıl karara bağladı?

Öncelikle, “Suçun cebir ve şiddetle işlenmesi gerekliyse de icrasına başlanılan hareketin de mutlaka cebir ve şiddet içermesi zorunlu değildir. Failin amacına yönelik olarak başladığı icra hareketinden hareketi tamamlamaya yönelik biçimde devam edecek olan davranışlarının cebir ve şiddet içereceğinin anlaşılması yeterlidir.” denildi.

28 Şubat’ın tek “şiddet” hareketi sayılan, 4 Şubat’ta Sincan’da tankların yürütülmesiyle ilgili de şu değerlendirme yapıldı:

Tankların yürütülmesi suretiyle ortaya konan maddi cebrin mutlaka ve doğrudan Başbakan ve/veya hükumet üyelerine tevcih edilmesi gerekmez. İcra zaman ve tarzı itibariyle bu cebrin muhatabının hükümet olduğunda kuşku yoktur. Keza amaca matuf icra hareketinin fiziki cebir içermesi tipiklik açısından bir gereklilik olmakla birlikte bu cebrin, hareketin/fiilin tüm aşamalarında tatbiki de zorunlu değildir. Somut olay ani hareketle gerçekleştirilmiş bir darbe değildir. Ancak bir süreç içinde devam eden, birbirleriyle konu ve saik itibariyle zorunlu bağlantılı, genel karakteristiği cebir ve şiddete dayanan ve amaç suçun icra hareketlerini oluşturan bu eylemlerin hukuki anlamda tek bir fiil oluşturduğunun kabulü gerekir.”

Devamında ise şunlar anlatıldı:

-28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildikleri öne sürülmüş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır.

-Süreçte tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetleri uygulanmıştır. Bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuş ve “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılmaya çalışılmıştır.

-Hükümetin bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamalar yakından takip edilmiş, yapılan bazı personel atamaları “irticacı kadrolaşma” olarak nitelenerek, bu personelin yerine irticaya taviz vermeyecek kişilerin atanması sağlanmıştır.

-28 Şubat sürecinde hükümetin büyük ortağı olan Refah Partisi ve onun liderine psikolojik harekat, cebir, şiddet ve tehdit yöntemi uygulanırken diğer ortağı DYP ve onun lideri Tansu Çiller’e karşı da aynı yöntemler uygulanmıştır. Bu kapsamda, Tansu Çiller’in CIA ajanı olduğu iddiası ortaya atılmış, Genelkurmay Askeri Savcılığınca Tansu Çiller hakkında vatana ihanet suçundan soruşturma yapılacağına ilişkin basın yayın organlarında günlerce yayınlar yapılmış, Tansu Çiller’in hükümetten ayrılması için değişik şekillerde tehditlerde bulunulmuş, yine bu minvalde sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e galiz tehdit ve hakareti içeren sözler sarf edilmiştir.

-Nihayet hazırlanan komplike bir organizasyon çerçevesinde 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin 18 Haziran 1997 tarihinde Başbakanın istifası ile görevden ıskat edilmesine kadar gerek fiziki/maddi cebir, gerekse tehditlerle karakterize edilmiş yoğun bir askeri baskının hakim olduğu icra safhası yaşanmıştır.

Yargılama aşamasında Tansu Çiller, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı İlnur Çevik ve AKP eski milletvekili Hüseyin Kocabıyık başta olmak üzere birkaç isim dışında dinlenen tanıkların tamamı askerlerin herhangi bir baskı yapmadığını, 28 Şubat kararlarını merhum Erbakan’a bizzat Çiller’in imzalattırdığını söyledi. Dahası 28 Şubat’tan sonra, alınan kararlarının uygulanması için hem Adalet Bakanı merhum Şevket Kazan hem İçişleri Bakanı Meral Akşener genelge yayımladı. Keza Erbakan’ın, Başbakanlık görevini Çiller’e bırakmak üzere istifasını sunduğunu, ancak merhum Demirel’in hükümeti kurma görevini Çiller’e değil, merhum Mesut Yılmaz’a verdiğini biliyoruz.

Yargıtay’ın bu değerlendirmelerine bakınca; aslında sadece askerler değil, merhum Demirel başta olmak üzere bahsi geçen sivil toplum kuruluşları, o haberleri yapan gazeteciler ile gerek “irtica” brifinglerinde gerekse “fişlemelerde” öncülük yapan dönemin MİT ve MGK yetkilileri de suçlanmış olmuyor mu?

Sahte Delil İzahı

Davada birçok delilin sahte olduğunu, soruşturma ve yargılamayı yapan hakim/savcıların da “FETÖ”den yargılandığını belirtmiştik.

Yargıtay’ın çok önemli bu iki konudaki izahı ne mi oldu? Şunlar:

5 nolu CD’nin sahte olarak oluşturulduğu yönündeki savunma endişe ve itirazlarının mahkemesince değerlendirdiği, bu hususta bilirkişi incelemesi yaptırılarak, rapor düzenlettirildiği görülmektedir. Bahsedilen rapor dijital materyalin oluşturulma biçimine ilişkin olup, muhtevasında yer alan belgelerin içeriğinin doğruluğu ile ilgili belirleme yapmamaktadır. Bu durumda, gerek ilgili kurumlarla yapılan yazışmalar gerekse hukukiliği hususunda tartışma bulunmayan diğer yazılı delillerle beyan delilleri tarafından teyid edilen, olgusal temellere dayanan ve esas itibariyle belirleyici delil niteliğinde de olmayan ‘5 nolu CD’nin dolaylı olarak hükme esas alınmasının, yargılamanın genel olarak adil/dürüst icra edildiği niteliğini değiştirmeyeceğinin kabulü gerekir.”

Soruşturma ve kovuşturma safahatında görev almış bir kısım şahısların özellikle dijital delillerle ilgili olarak, tespit edilmişse sorumluluklarının gereğine tevessül edilmesi ne denli hukukun gereği ise, bu durumun sanıkların sorumluluklarını perdelemesine izin vermemek de aynı gerekliliğin sonucudur.”

Türkçesi; Yargıtay, “Bir tane delilin sahte olması önemli değil… Savcı ve hakimler sahtekârlık yapmışsa hesabı sorulur, ama bu sanıkların durumunu değiştirmez.” demeye getirdi!..

Tüm bunlardan sonra soralım:

28 Şubat davasında verilen karar hukuki mi, siyasi mi ve de sürpriz mi?!