Son gelinen durumda, ülkede kimi kaynaklar durgunluk, kimisi durgunluk ve enflasyon, kimisi ise kriz ve enflasyon ve hatta tepe taklak giden fiyat seviyesi ve enflasyon birlikte var diyor.
İktidar, Polyanna rolünü oynamaya, kendi taraftarlarına da aynı oyunu oynatmaya devam ediyor. En inkârcı insanlar bile, bankadaki azıcık kalmış parasını dolara çevirdi. Kriz var diyenler zaten çevirmişti.
Akıl ve mantıkla izah etmek zor olan bir durum:
Türkiye Cumhuriyeti özel ve kamu ile birlikte 200.000.000.000(ikiyüzmilyar) USD borca sahip. Bu borç bir yıl içinde ödenecek. Komplocular ve komployu görünürde inkâr etse bile gizliden kabul edenler buraya akıl erdiremiyorlar. Ülkenin bir yıllık tüm ihracat geliri bile bu borcu ödeyeme yetmiyor. Peki, bu borç nasıl ödenir?
Hesabı bir de TL’ye çevirelim:
200.000.000.000-USD X 5.5 TL= 1.100.000.000.000-TL eder. Eksi rakamla buna 6 sıfır konunca, dünya matematiği şaşıyor. Bu tutarı bile okumak zor. Bu kadar para ülkemizde yok. Üstelik bu borcun çok azı kamu borcudur. Bu durumu avantaj görenler şurayı gözden kaçırıyor: Özel şirketler ihracat yaparak bir yılda bu parayı bulamayacağına göre, iç piyasadan TL vererek, karşılığında USD alarak bu borcu ödeyecek. Doları yükselten en basit araç bu!
Şimdi geldik devletin gizli paniklemesine… Bu borcun ödenemeyeceğini iktidar da biliyor. Bu nedenle Cami yapma bütçesi ve Diyanet bütçesi hariç tüm bütçe disiplin altına alındı. Tüm şirketlerin kazancı üzerinden hesaplar yapılıyor.
Ekonomi daralınca özel firmaların ayakta durması için en büyük seçenek devlet ihale veya alım faaliyetleri oldu. Devleti yönetenler, devletin sahibi olduklarını düşündüklerinden, devlet ihalesini de eşit şartlı yarışla değil, adrese teslim ihalelerle yapmaya başladılar.
Bu ortamda, ihale alan adrese teslim şirketin sahibi de mutlu olmayacaktır. Çünkü gelirinin dolaylı yoldan borç ödemeye gitmek üzere el konuşacağı/zorla borç alınacağı bir duruma doğru gidiyoruz.
Bir iktidar düşünün: Hakkâri’nin bir ilçesinde, İstanbul’un bir ilçesinde, bir büyük İlde veya bir mahallede seçime giren kendi partisinden hemen herkes, seçim faaliyetini parti başkanı üzerinden yürütüyor: Afişler genelde şu şekilde oluyor: Büyük resim Erdoğan, yanında ilin başkan adayının resmi, onun yanında ilçenin başkan adayının resmi var. Bir de, oldukça banal slogan var: Aşk, sevgi vs. Oysa, ülkede kadınlar dövülüyor, bunlar aşktan bahsediyor. “Ben gidersem ülke batar!” derken Erdoğan, kurduğu partinin batacağını ima ediyor. Evet, devlet de sarsılır. Bir kasabanın muhtarın seçimine kadar karışıyor ve kendine bağlı birinin muhtar olmasını istiyordu. Devletin en ince damarına kadar sirayet etmiş, bilgisi zayıf, tecrübesi zayıf ama iktidar mensubu insanlar, Erdoğan gidince sudan çıkmış balık gibi kalacaklar; ülkede kısa dönem her şey duracak. Bu durum bile bir ülkenin bittiğinin resmidir işte.
Konkordato(İflas anlaşması) ilan eden şirket sayısına odaklanıldı. Batan, kapatan veya işini askıya alan, icralık olan ve hatta adreste bulunamayan şirketlerin haberi bile yapılamıyor; olumsuz psikolojik etki olmadın diye. Ancak, batan veya zorda kalan firmaların büyük çoğunluğu, devlete el açmış durumda; çünkü asıl alacağı kurum olan devlet kurumlarının bütçesi tırpanlanınca, bu firmalar zorda kaldı. Devlet kurumunun verdiği zarar nedeniyle batma sınırına gelen firmaların konkordato(İflas anlaşması) talebini mahkemeler hemen kabul ediyor. Bir yıl, iki yıl sonra devlet bunlara parayı ödeyecek, bunlar da diğer firmalara borçlarını ödeyecekler ve batmayacaklar; hesap bu. Devlet bir yıl, iki yıl sonra borcunu ya ödemezse? Ya ödeyemezse?
Böyle bir ortamda, yerli şirket olarak devlet ile çalışır mısınız? Bence çalışılmaz. Özel şirketler bu krizi, devletten uzak durarak aşabilir; aksi durumda batışları çok daha hızlı olur.
Yazar Sayfası: Yazarın Köşesi: / Tarih: 12.03.2019 00:00:00 / Okunma = 879