26 Eylül, Dil Bayramı idi. Türkçe konuşup yazan milyonlarca halkın ilgisini görmeden sessizce geçip gitti. Yalnız bazı tv kanallarında Türk Dil Kurumunun “petrol” gibi yabancı kökenli bazı sözcüklerin yerine “yeryağ” gibi “öztürkçe” sözcükler önermesi biraz da alaya alınarak haber oldu.
Anamızın ak sütü gibi ihtiyacımızın olduğu, bizi millet yapan etmenlerin başında gelen Türkçemizin asıl sorunları ise devam ediyor.
Bu sorunların başında yabancı dille öğretim geliyor. Bir millet düşünün ki, en seçkin okullarında eğitimi İngilizce ile yapıyor ve bu uygulama İmam hatip liselerinin artmasına paralel olarak gitgide bir hastalığa dönüşüyor. Türk devletinin eğitim programlarını yapanlar, öğrencilere yabancı dil öğretmenin yolu olarak bütün derslerin İngilizce verilmesini kabul ediyor. Böylece, birçok okulumuzun gönderine yabancı bir dilin, dolayısıyla devletin bayrağını çekmiş oluyor.
Türk okulu demek, öğretim dilinin Türkçe olduğu okul demektir. Bu konuda geçtiğimiz yıllarda çok yazı yazıldı, kitaplar yayımlandı. İçinde bulunduğum yurtsever halkçı eğitim cephesi geniş imza kampanyaları düzenledi ve bunları Meclis’e, Bakanlığa ve devletin diğer organlarına iletti. İktidardaki partiler, bakanlar değişti, hiçbiri bu rezalete karşı bir adım atmadılar. Aksine, Türkçeye Arapça gibi bir rakip daha çıkardılar. Yalnızca Ahmet Necdet Sezer, duru bir mantıkla “Yabancı dille eğitim olmaz” dedi.
TÜRKÇENİN ŞANSI
Günümüzde Türkçenin en büyük şansı, siyasetin halk kitleleriyle diyalog kurma zorunluluğundan kaynaklanıyor. Siyaset kendini halk kitlelerine sevdirmek için onların dilini kullanmak zorundadır. Hiçbir seçmen, isteklerini İngilizce olarak dile getirmiyor. Siyasetçi de seçmeni kazanmak için ona konuştuğu dille seslenmek zorunda. Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyesettin Keyhüsrev veya Kanuni Sultan Süleyman da seçimle işbaşına gelselerdi oylarını istedikleri kitlelere kendi dilleriyle hitap edeceklerdi.
Milli dillerin önemi milletleşme döneminde anlaşıldı. Bakınız yaklaşık yüz yıl önce Mehmet Emin Yurdakul şiirinde hangi dili kullanıyordu:
“Ben en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum
Bende esir yaratmayan bir tanrıya iman var
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar
Bırak beni haykırayım susarsam sen matem et
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir
Zaman ona kan damlayan dilerini gösterir…”
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde yazı dilindeki sorun esas olarak halledilmişti ki bu açık, anlaşılır, sade bir Türkçe ile yazmaktır.
ÖZTÜRKÇE DÖNEMİ
Türk Dil Kurumunun kurulduğu ve ilk Dil Kurultayının düzenlendiği tarihte ise asıl sorun Türkçeye başka dillerden girmiş sözcükleri dilden atarak yerine türetme veya Orta Asya Türkçesinden alınma sözcükleri koymaktı. Bütün Uygarlıkların Orta Asya’dan göç eden Türklerin eseri olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi ve bütün dillerin Türkçeden doğduğunu ileri süren Güneş Dil Teorisi bu dönemin ürünüdür. 3 Ekim 1934’te İsveç Veliahdı onuruna Çankaya’da verilen bir ziyafette yapılan şu konuşmaya bakalım:
“(…) Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar. Onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar. Baysal utkusu.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 27, İstanbul, 2010, Kaynak yayınları, s. 24-25. Konuşmayı yayımlayan Ayın Tarihi, metinde geçen Türkçe sözcükler için bir sözlük de koymuştur)
Atatürk’ün Öztürkçe olsun diye Kemal adını Kamal olarak yazdığı yıllardır. Bu, Türkçeyi başka dillerden geçmiş sözcüklerin tümünü ayıklayarak yeni bir dil yaratma çabasının nedeni (Yüzyılın başlarındaki Türkçülerden farklı olarak) yönetimin halkla dil temasının kesilmesidir. Neyse ki bu anlayış uzun sürmemiş, anlaşılabilen Türkçeye dönülmüş. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi de terk edilmiştir. O dönemin dilde en büyük kazanımı öğretim dilindeki Arapçadan girmiş ve anlaşılması zor terimlerin Türkçeleştirilmesidir.
Kullandığımız sözcüklerin öztürkçe olması gerektiği anlayışı, on yıllar boyunca sürmüştür. Bunun en ünlü temsilcisi Nurullah Ataç tı. Yazar Tahsin Yücel, bir sözcüğün öztürkçesini bulamazsa o cümleyi kurmaktan vazgeçermiş! Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi yazarlar ise böyle bir kaygı taşımamışlar, açık, anlaşılır bir dil kullanmışlardır. Bu onların halkçılık gibi bir dünya görüşüne sahip olmalarındandır. Ben de henüz sosyalizmi kavramadığım yıllarda Ataç’a özenir, ders kitaplarımızdaki yabancı kökenli sözcüklerin altına öztürkçelerini yazardım. Benim dilimde sanat, “dörüt”tü, şiire “yır”, kitaba “betik”, Temmuza “Orak”, tarihe “uzabilim” derdim. Ne zaman dilin bir grup aydınla değil, halkla anlaşma aracı olduğunu öğrendim, o zaman mantıklı yola girdim. Milliyetçilikle halkçılığın farkı budur.
Her dil, yaşayan bir organizma gibidir. Zaman içinde yeni kavramlar edinir, başka dillerden dile gelip yerleşmiş sözcüklerin çoğu yerlerini korur, dil yeni havramlar ve onları ifade edecek sözcükleri kendi sözlüğüne katar.
Sonsuz yaratıcıklara elverişli olan dil, onu kullanan evlatlarının kendisine özen gösterilmesini bekliyor. Bu konuda görevini hatırlaması gerekenlerin başında sanatçılar, gazeteciler ve radyo, televizyon sunucuları geliyor. (29 Eylül 2017)