New York Times Gazetesi, ‘KİMİN TÜRKİYESİ’ diye
sormuş. Dünyanın en ünlü, en önemli, en etkili gazetesi sorarsa
dikkatinizi çekiyor elbette. Okuyorsunuz.
Ancak itiraf edeyim, okurken ‘ideolojik / sosyolojik’ bir tartışmadan
söz ettiklerini zannettim. İslamcıların Türkiyesi... Atatürkçülerin
Türkiyesi... Bu ve benzeri ayrımlardan hareketle, Türkiye tahlili
yaptıklarını düşündüm.
Hayır! ‘KİM’ derken sahiden ‘birinden, bir kişiden’ söz ediyorlarmış. Tahmin edeceğiniz üzere Erdoğan dan.
Ta oralardan görüp farketmişler: Türkiye artık Erdoğan ın. Denizleriyle,
toprağıyla, hatta insanlarıyla O na ait. Bu ülkede her şey O na
endeksli. Yasalar, artık Erdoğan ı korumak için çıkartılıyor. Devlet...
Derin Devlet... Ortak akıl... Hepsi, artık Erdoğan dan ibaret.
NYT internet sitesinde okuduğum Suzy Hansen imzalı uzun yazı, tabii
benzer tespitleri daha kibar biçimde ifade ediyor. Ama bu yazının
konusu, zaten o yazıda yer alan bir anekdot. Bilmediğim, bugüne kadar
duymadığım bir toplantı ve o toplantıda yaşananlar.
“ÖĞRENİNCE ÇOK KIZDIM”
Toplantıyı ve olup biteni, İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden
Prof. Dr. İpek Akpınar anlatmış. Gezi tarihçesine belki en ilginç
katkıyı yapan da o olmuş.
Gezi olaylarından birkaç hafta sonra, Erdoğan kalabalık bir grubu
Dolmabahçe Ofisi’nde ağırlamış. Onlara, yaşadıklarını ve tepkilerinin
nedenlerini sormuş.
Prof. İpek Akpınar da Erdoğan a bir soru sormuş: “O ilk üç gün içinde neler olduğunun farkında mıydınız?”
Erdoğan ın yanıtı “Ekibim olayı çok ciddiye almadı. Sadece çevreci bir
eylem diye düşündük ve reaksiyon vermedik. Ama evet, polis çok ciddi bir
reaksiyon verdi. İlk iki gece çadırların yakıldığını da bilmiyordum.
Üçüncü gün öğrendim ama artık çok geçti!.”
Yazıya bakılırsa, 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Nil Eyüboğlu
dayanamamış. Gözyaşları içinde, sesini de yükselterek “Söyleyin” demiş,
“Bize vahşice saldırdılar. Ve siz bunu bilmiyordunuz, öyle mi!”
Bazı bakanların ‘tepkiyi durdurma çabasına rağmen’, toplantıya katılan
eylemciler Nil Eyüboğlu nun sorusuna katılmış. Prof. Akpınar da “Peki,
öğrenince ne yaptınız?” diye eklemiş.
Başbakan, bu sorulara nasıl mı yanıt vermiş! İşte bu yazıyı yazmama neden olan yanıtı:
“Merak etmeyin. Sorumluları ofisime çağırdım. Onlara kızıp bağırdım. Hatta AĞLATTIM!”
‘BAŞBAKAN A YALANCI DENİR Mİ?
Erdoğan, ta Fas ta her şeyi adım adım izleyecek... Hatta -birkaç gün
önce ortaya çıktığı üzere- HaberTürk Televizyonu’nu arayıp “Şu haberi
kaldırın, bu altyazıyı bir daha koymayın” diye talimatlar yağdıracak...
Kim bilir, başka hangi televizyona, gazeteye neler neler söyleyecek...
Haydi, ilk iki gün ne olup bittiğini bilmiyordu diyelim, günler
sonrasında artık NTV ve CNN Türk ün bile saklayamadığı görüntüler
üzerine “Polisim destan yazdı” buyuracak.
Daha sonra, “Belki imaj düzeltebilirim” diye bir umut, eylemcileri
toplayacak. Onlara “Ah, ah sormayın. Ben de bilmiyordum. Öğrenince bir
kızdım, bir bağırdım, bir ağlattım” diyecek. Ve buna inanılmasını
bekleyecek.
İnanmaktan söz etmişken... YURT un avukatlarını arayıp bir sorayım: “BİR BAŞBAKANA YALANCI DEMEK SUÇ OLUR MU ACABA?”
EYYY AYDIN DOĞAN!
‘Meslektaşlarım’ kendilerini aştı. Bir vakitler, AKP lisi Cemaatçisi el
ele gazetecileri cezaevine göndermek için yarışırdı. Şimdi iki cepheye
bölündüler. Birbirlerini ihbar etme, cezaevi yolu gösterme yarışına
girdiler.
Hakikaten ürpererek, midem bulanarak izliyorum. Hele bazıları var ki!
Örneğin; Rasim Ozan Kütahyalı - Nagehan Alçı çifti.
Nagehan Alçı, hem de CNNTürk te program yaptığı sırada, Medya Mahallesi
için ‘operasyonel bir program’ demişti. Yanıt vermemiştim.
Rasim Ozan Kütahyalı da, OdaTV davasında hedef tahtasına koyduğu iki ismin yanına beni de ekleyip şöyle yazmıştı:
SABAH ŞEKERİ ABLA...
“Fethullah Gülen i linç operasyonunun neferlerinden olan SABAH ŞEKERİ
ABLA nın da tutuklanmasına karşıyım. Bu abla da iki gündür benimle
ilgili yalanlar söylüyor. Ama ben yine de kendisini affediyorum”.
Bırakın hakkında yalanlar söylemeyi, o sıralarda adını ağzıma almadığım bu kişiye de yanıt vermemiştim.
Ne de olsa, sağ olsun yolumun Silivri ye çıktığını MÜJDELEMİŞ ama “Tutuksuz yargılanmasını istiyorum” diye lütufta bulunmuştu.
Dedikleri çıkmadı.
Zaten, söz konusu olmadığını da herhalde en iyi kendisi biliyordu.
Ama iktidarın gözüne girmek, sonra da bu yakınlığı kullanarak medyada
sivrilmek için birilerine ateş etmesi gerekiyordu. O da ateş ediyordu.
Ateş ettikçe de değeri artıyor, artık o ve kendisi MEDYA SOSYETESİ nin ‘en muteber’ çifti haline geliyordu.
DOST ATEŞİ!..
Ben Aydın Doğan ın evine hiç çağrılmadım, hiç gitmedim. Yatını sadece
fotoğraflarından bilirim. Marmaris teki yazlığı ve otelini de adres
olarak bile bilmem.
Oysa, Rasim Ozan - Nagehan Alçı çifti oralarda ağırlandılar. Hem de kimi zaman haftalarca.
Dahası, Aydın Doğan ‘ev oturmasına’ bile gitti.
Durup dururken nereden çıktı bu mesele, diyeceksiniz. Şuradan:
Beni “Gülen i linç etmek”le suçlayan Rasim Ozan, şimdi Gülen Cemaati
için ‘terör örgütü’ tanımı yapıyor. Aydın Doğan ı da ‘o örgütün medya
ayağı’ diye takdim ediyor.
Şu satırlar, SABAH taki köşesinden alınma:
“Aydın Bey ya da adamları kendini hâlâ 90 larda sanıyor galiba. Ülkenin
geleceğine dair hayati kararlar alındığı bu dönemde bizimle medya
savaşına girmeye kalkıyorlar.
SABAH ın geleceğine de Aydın Doğan ın medyasının akıbetine de millet
karar verecek. Unutmayın... Bu gelişmeden sonra, paralel örgütün hangi
davaları kullanarak Aydın Doğan ı ve medyasını kafeslediğini çok daha
detaylı yazmaya karar verdik. SABAH bu olayların üstüne tek tek gidecek
ve gerçekleri tüm detaylarıyla yazacak”.
Ne diyeyim, şimdi? “Eyy Aydın Doğan, ektiğini biçiyorsun” mu?.. “İnsanın
geleceğini kendi tercihleri belirler” mi?.. Yoksa “Dostunu söyle,
akıbetini anlatayım” mı?.. Ne diyeyim Aydın Bey!..