Sayın Cumhurbaşkanım,
Çok Değerli Misafirler,
Anayasa
Mahkemesinin 52. kuruluş yıldönümü ve Mahkememize yeni seçilen üyemizin
yemin törenine katılarak ortak olduğunuz sevincimizi sizlerle yaşamak
bizlere onur vermiştir. Başta zat-ı alileri olmak üzere tüm
konuklarımıza şahsım ve mahkememiz adına hoş geldiniz diyor,
şükranlarımı sunuyorum.
Bugün andiçerek Mahkememizde göreve
başlayan değerli meslektaşımız Hasan Tahsin Gökcan’a başarı, sağlık ve
esenlik dileklerimi bildiriyorum. Hukukçu kimliği ile yıllarca adli
yargıda görev yapan yeni üyemizin birikimi, deneyimi ve adalet
duygularının şekillendirdiği özgür vicdanı ile Mahkememize güç
katacağına olan inancımı belirtmek isterim. Muhtelif kaynaklardan
seçilerek gelen üyelerimizin karar ve faaliyetlerimize yansıyan mesleki
tecrübeleri Mahkememizin ortak vicdanını oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu
sonuca ulaşırken, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere,
hukukun evrensel ilkeleri ve ilgili yasa hükümlerine göre hareket
ettiğimiz açıktır. Bu vicdani alan, dostluk ve düşmanlık duygularına
kapalı olduğu gibi ırk, renk, siyasi düşünce ve bireysel inançların
da dışındadır. İnsanlık onurunun varlığı, temel hak ve özgürlükleri de
evrenselleştirmiştir. Bu değerleri yüceltmek, derinleştirmek, tehditler
karşısında savunmak Anayasa Mahkemelerinin en temel görevidir. Esasen
Anayasa yargısının varlık nedeni; ırk, renk ve inancı ne olursa olsun,
insan olma ortak paydasına sahip herkesin var olan onurunu korumaktır.
Bu kutsal görevin başarı ile yürütülebilmesi, ancak bağımsız ve tarafsız
kalmayı becerebilen yargıçların varlığı ile mümkündür.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Hukukun üstünlüğü anlayışı
ve demokratik değerlerle beslenen bir devletin yolu her zaman
aydınlıktır. İkinci Dünya Savaşı felaketini yaşamış Avrupa’nın geçmişte
yaşadıkları ile bugün geldikleri seviye çok önemli mesajlar vermektedir.
Dünya’da dini, etnik ve sınıf savaşlarının en yoğun yaşandığı bölge
olan Avrupa, komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimlerden demokrasi ve
hukuk devleti mücadelesini vererek kurtulmuştur.
Demokratik değerleri, hukukun üstünlüğünü ve hukuk devleti anlayışının gereklerini tekrar tekrar konuşmak zorundayız.
İnsanlar,
onurlu bir hayat yaşayabilmek için, hukuk güvenliğinin egemen olduğu
bir devletin varlığına her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Evrensel
değerlerin ağırlıklı olarak uygulandığı, tüm eylem ve işlemlerin yargı
denetimine tabi tutulduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir
devlet, hukuk devleti olarak tanımlanmıştır. Hukuk devletinin en
belirgin diğer bir özelliği ise, tasarruflarının öngörülebilir,
ulaşılabilir açık ve şeffaf olmasıdır. Hukuk devletinin odağında esas
itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması
vardır. Bu nedenle kamu gücünü kullananlar da vatandaşlar gibi hukuksal
ilkelerle kuşatılmıştır.
Bir ülkeyi hukuk güvenliği testinden
geçirebilmek için öncelikle yazılı hukuk kurallarının, daha sonra da
bunu uygulayan hakim, savcı, adli personel ve adli kolluğun ne durumda
olduğunun tespiti gerekir. Sisteme dahil unsurlar ahenk içinde birbirini
engellemeden adalete ulaşmaya hizmet ediyorsa sorun yok demektir. Haklı
bir neden olmaksızın, kamu yararı gözetilmeden, siyasal amaçları
gerçekleştirmek düşüncesiyle yazılı hukuk kurallarında çok sık
aralıklarla yapılan değişikliklerin, toplumda hukuk güvenliğini
sağlayabileceğinden bahsedilemez.
Hukuk devletinin temel direği olan yargı, aynı
zamanda devletin vicdanı olarak da tanımlanır. Bu vicdanın, siyasi ve
ideolojik vesayet odaklarının işgaline uğraması nedeniyle toplum
hayatına verilen zararların acı örnekleri, hafızalardan henüz
silinmemiştir. İşgal devam ettiği sürece de bunları yaşamaya devam
edeceğiz. Yargının vicdanını işgal edenlerin kimliği, düşüncesi ya da
kutsalları ne olursa olsun bu sonuç değişmeyecektir. Dün hak ihlaline
uğramış mağdurlarla, bugün aynı ihlalleri yaşayan mağdurların
kimliklerinin farklı olması bu bakışımızı asla etkilemeyecektir. Sadece
yargı değil, onur sahibi olan herkesin haksızlığa ve ihlale karşı
çıkması insanlık borcudur. Zira, barışın teminatı olan farklılıkların
birlikte yaşamasını ancak, başkalarının hak ve özgürlüklerini savunan
onurlu insanlar hayata geçirebilirler.
Değerli Konuklar,
Kamu
gücünü etkili bir şekilde kullanan yargı, siyasi ve ideolojik
yapılanmaların hedefinde her zaman “ele geçirilmesi gereken bir kale”
olarak görülmüş, ele geçirenler de kendi vesayet sistemini dayatmanın
çabasına düşmüştür. Kaleyi ele geçiremeyenler ise, yargının
bağımsızlığının ve tarafsızlığının ne kadar hayati bir öneme sahip
olduğunu söyleyip durmuşlardır. Kaleyi işgal edenler de yargıyı, siyasi
düşüncelerine ve ideolojilerine lojistik destek sağlamak için ya da
rakiplerinden intikam alma aracı olarak kullanmışlardır. Altını çizerek
ifade ediyorum. Bu anlayış ve işgalden kurtulmadıkça bağımsız ve
tarafsız bir yargının oluşması hayaldir. Yargı üzerinde oluşan ya da
oluşacak siyasi, ideolojik, dini, ırki ve mezhebi tüm vesayetçi
anlayışlar, başta yargı mensupları olmak üzere herkes tarafından
şiddetle reddedilmelidir.
Esasen
vesayet altındaki bir yargıdan hukuk güvenliğini sağlaması da
beklenemez. Böyle bir sistem yönetenlerin güvenliğini sağlarken,
ötekilere de ancak, korku, endişe ve umutsuzluk verebilir. Korkunun ve
endişenin hakim olduğu iklimlerde de özgür vicdanlar üretilemez.
Herkese bildik gelen bir sözle yeniden tekrarlamak gerekirse, hukuk
güvenliği insanların güvercin ürkekliği içinde yaşamadığı korkusuz bir
ortamın varlığı olarak da tanımlanabilir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
2010
yılında yapılan Anayasa değişikliği ile yargı organları üzerinde
oluşan vesayetçi anlayışların ortadan kaldırılması için cesaretli
adımlar atıldı. Bu adımlar toplumda büyük karşılık da gördü. Söz
konusu vesayetçi yönetimlerin görevlerinin sona ermesi ile büyük bir
boşluk doğdu. Bu boşluğun, toplumun her kesimini kucaklayan, hoşgörülü,
özgürlükçü, çoğulcu, adil ve evrensel değerleri yansıtan tercihlerle
doldurulması gerekirken, ne yazık ki bunu gerçekleştiremedik. Bu kez,
farklı renkte yeni bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk. Kimse
bu yeni oluşumun günahından kendini soyutlamaya çalışmasın. Tarih
olanları kaydediyor. Bunları konuşmak, gerçekleri itiraf etmek ve
cesaretle çözüm yolları bulmak zorundayız.
Daha önceki yıllarda
yaptığım konuşmaların bir bölümünde aynen şunları dile getirmiştim.
Yargı, milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır.
Son dönemde yargı, bu konuyla ilgili olarak “paralel devlet” yada
“çete” diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve çok ağır bir
suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışık kaldığı sürece
yargının ayakta kalması mümkün değildir. Bugün itibariyle bırakınız ceza
davalarını, en basit alacak davasına ilişkin kararlar bile tartışmaya
açılmış ve yargıya olan güven ağır yara almıştır. Başta yargı ve
yürütme organları olmak üzere herkes bu iddialarla ilgili bilgi, belge
ve delilleri zaman geçirmeden ortaya koymak zorundadır. Gerek yargıda,
gerekse yürütme organı içinde var olduğu iddia edilen bu kişilerin
başka illere tayin edilerek ya da yerlerini değiştirerek sorunu çözmenin
anlamsızlığı açıktır.
Söz konusu iddiaların yargı kurumlarında
psikolojik travma yarattığı, delil, bilgi ve belgeye dayanmayan ihbar
mektuplarının hüküm icra ettiği, hâkim ve savcılar arasında önemli
ayrışma ve bölünmelere sebep olduğu hepimizin saklayamayacağı
gerçeklerdir. Bu ayrışma ve bölünmenin hukuk devletinin, hukuk
güvenliğinin ve adaletin sonunu getireceğini yargıda yaşadığımız olaylar
açıkça göstermektedir.
Tekrar etmek gerekirse, yargının bu iç
ağrısı ile yaşaması asla mümkün değildir. İddia edilen kayıt dışı
yapılanma yargı mensupları arasında korku, endişe ve gelecekle ilgili
belirsizliklerin doğmasına, aralarında olması gereken mesleki ilişkinin
çok olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır.
Görevi,
maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu
iddianın adı “vicdan yolsuzluğu”dur. Bunun için yapılması gereken
açıktır. Hukuk devletine yakışan yöntemler uygulanmak suretiyle
gerçekliğinin ispat edilmesi halinde, faillerine bir saniye bile
beklenmeden gerekli yaptırımlar uygulanmalıdır. Yargı bağımsızlığı ve
tarafsızlığının vazgeçilmez unsuru olan “özgür vicdanlı” hâkim ve
savcılarımızın ayakta kalması için buna mecburuz. Demokratik hukuk
devletlerinde, tehdit ederek, korkutarak sorunların çözüldüğüne ilişkin
örnekler bulamazsınız.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Anayasa
Mahkemesince verilen kararların, toplumda yarattığı siyasi, sosyal ve
ekonomik sonuçları üzerinde, bazı değerlendirmeler yapılması zorunluluğu
vardır. Kurumların özeleştirilerini yapabilme cesaretini göstermeleri
gerektiğine inanıyoruz. Bunu yapamadığımız takdirde kurumların
kendilerini geliştirmesi ve yenilemesi mümkün olmayacaktır. Mahkemelerin
geçmişte verdiği kararlar sonucunda toplumda yaşanan sarsıntıların,
demokratik hayata ve hukuk devleti anlayışına olan olumsuz etkilerinin
bilançosunu çıkarmak zorundayız. Hemen her toplumda Sorunların temel
kaynağı yasama, yürütme ve yargı organlarının sebep oldukları hak
ihlalleridir. Bu ihlallerin sonuçları ve toplumsal karşılığı
önemsenmelidir. Bireylerin, her türlü endişe ve korkudan arındırılmış
güvenli bir alanda hayat sürmeleri, en temel anayasal haklarıdır.
Anayasa
Mahkemesinin “hak ve özgürlükler mahkemesi” olarak tanımlanmasının
ancak, etkin ve süratli çalışmasıyla hak ihlallerini ortadan kaldırma
gücüne bağlı olduğunun bilincindeyiz. Bunu gerçekleştirmek için
mensuplarımızın ortaya koyduğu kararlı iradesinden, kimsenin kaygı ve
endişe duymaması samimi dileğimizdir.
Kamu gücüne sahip
olanların topluma sunduğu hak ve özgürlükleri, lütuf ya da bağış
düzleminde değerlendirmesi düşünülemez. Farklı olanların hak ve
özgürlüklerine karşı kimse, ev sahibi edasıyla duruş da sergileyemez.
Yetmiş altı milyonun her ferdi bu evin sahibi ve Anayasa ile teminat
altına alınmış hakların kullanıcısıdır.
Demokrasi, insan onuru,
temel hak ve özgürlükler, Mahkememizin korumak zorunda olduğu evrensel
değerlerdir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi başta olmak üzere, çağdaş dünya milletlerinin kabul ettiği
insan hakları belgelerinde, temel hak ve özgürlükler; din, ırk,
mezhep, siyasi düşünce ve ideolojilerden arındırılarak sadece “insan
olma” ortak paydasında birleştirilmiş ve evrensel bir değer olarak
tanımlanmıştır. Bu evrensel değerler bütün insanlığın gönül birliğini
ve bütünlüğünü sağlayacak etki ve öneme sahiptir. Farklılıkları
değiştirmeye, dönüştürmeye ve kendimize benzetmeye çalışmadığımız
sürece, bu hedefi yakalamak hayal olmayacaktır.
Türkiye ise bu
evrensel değerlere bağlılığını çeşitli antlaşma ve sözleşmelerle dünyaya
ilan etmiştir. Bu bağlamda, 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisinin kabul edilmesi ve 2004 yılında
Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan temel haklarla ilgili “evrensel
ölçütlere” atıf yapan değişiklikler, devrim niteliğinde sayılabilecek
evrensel düzenlemelerdir. 2010 yılında Anayasa’nın 148. maddesine
yapılan eklemelerle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu açılmış,
yargı organları ve idarelerin sebep olduğu hak ihlallerinin anayasal
yargı denetimi sağlanmıştır.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Bu
değişiklikleri yeniden hatırlatma gereğinin altını şu nedenle çizmek
istiyorum. Milletimizin iradesini temsil eden Yasama Organı bu
değişikliklerle başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere tüm yargı
organlarına “evrensel standartları uygulayın!” talimatı vermiştir. Bu
nedenledir ki, yerel gerçeklerle evrensel standartları örtüştürmek
zorundayız. Anayasa Mahkemesinin son günlerde verdiği bireysel başvuru
kararlarına yapılan ölçülü eleştirileri saygı ile karşılarken,
belirtilen zorunluluk nedeniyle verilen kararlarımızın arkasında
olduğumuzu da ifade etmek istiyorum.
Değerli Konuklar,
2011
yılında yapılan genel seçimlere katılarak milletvekili seçilen ancak,
haklarındaki kovuşturma nedeniyle cezaevlerinde tutukluluk hali devam
eden kimi milletvekillerinin, Mahkememize yaptıkları bireysel başvurular
üzerine, milleti temsil haklarının ciddi şekilde ihlal edildiği
sonucuna varılmış ve bu nedenle tahliyeleri gerçekleştirilmiştir.
Siyaset kurumlarını çok yakından ilgilendiren ve onların çözmesi gereken
böyle bir sorunun, öncelikle yasal düzenlemelerle çözülmesini yürekten
arzu ederdik.
Mahkemelerde devam eden davaların bir bölümünde
uzun yargılama, bir bölümünde de uzun tutukluluk nedeniyle Anayasa
Mahkemesine yapılan bireysel başvurulara ilişkin olarak ihlal
kararları verilmiş, sanıkların tutuksuz yargılanmak üzere tahliyeleri
sağlanmıştır. Belirtilen davalarda, şikayetçilerin kanun yollarını
tüketme koşulu aranmaksızın Anayasa Mahkemesinin ihlal kararları
verdiğinin altını çizmek istiyorum.
Anayasa Mahkemesi, yakın
zamanda bir internet sitesine erişimin yasaklanması kararına karşı
yapılan şikâyet başvurusu hakkında verdiği kararında, “tüketilmesi
gereken başvuru yolları” gözetilmediği için yoğun eleştirilerle karşı
karşıya kalmıştır. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse
Anayasa Mahkemesi defalarca verdiği kararlarında “kanun yollarının
tüketilmesi” koşulunun mutlak olmadığını ifade etmişlerdir. Uzun
yargılama, uzun tutukluluk ya da şikâyete konu hakkın yeterli ve etkili
hukuk yolları ile korunup korunmadığı yönünde yapılan değerlendirmeler
ise bunun istisnalarını teşkil etmektedir. Anayasa Mahkemesinin uzun
yargılama ve uzun tutukluluk şikayetlerine ilişkin olarak Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin içtihatları doğrultusunda kanun yolları
tüketilmeden verdiği ihlal kararlarına karşı hiçbir eleştiri
yapılmamasına rağmen, bir internet sitesine erişimin yasaklanması
kararına yönelik verdiği ihlal kararının siyasal kaygılarla ölçüsüz bir
şekilde eleştirilmesi dikkat çekicidir.
Değerli Konuklar,
Hukuk
devletinde mahkemeler, emir ve talimatla çalışmadığı gibi, dostluk ve
düşmanlık duyguları ile de yönlendirilemez. Mahkemeler verdikleri
kararların sonuçlarının doğurduğu üzüntü ve sevinçlerle de ilgilenmez.
Bu duyguları gayet doğal kabul eder. Ancak, verilen kararlardan hukuk
dışı sonuçlar çıkararak, Mahkeme mensuplarını itibarsızlaştırma
gayretleri iyi niyetle izah edilemez. İnternet sitesine idari kararla
getirilen yasağın daha ilk dakikasında siteye başka yollardan ulaşılmak
suretiyle etkisiz ve sonuçsuz bırakılabilmesi gösterilen orantısız
tepkiyle örtüşmüyor.
Yeni teknolojik gelişmelerin, insan hak ve
özgürlüklerini korumak için alınan yasal önlemleri, etkisiz hale
getirdiği bir çağda yaşıyoruz. Tarihe hak ve özgürlük savunucusu olarak
geçen Gorbaçov, Sovyetler Birliği çözülmeden önce, küreselleşmeye karşı
direnenlere “antenlere vize koyamazsınız” diyerek iletişim araçları
karşısındaki zorluklara işaret etmiştir. Kuşkusuz, böyle bir zorluk
bireylerin hak ve özgürlüğünü, devletin ise varlığını koruyacak yasal
düzenlemeleri yapmasına engel değildir. Esasen Anayasa Mahkemesi’nin
eleştirilen kararı, idari bir işlemin kanuni dayanağının olmadığının
tespitinden ibarettir. 5651 sayılı Kanunun dokuzuncu maddesinin dördüncü
fıkrası gereğince, alınacak bir mahkeme kararı ile bu kanunsuzluk hali
giderildiğinde, aynı Kanunun hak ve özgürlükleri koruyan imkânlarından
faydalanmayı engelleyen bir durumun varlığından bahsedilemeyecektir.
Amacımız
sorun üretmek değil, sorun çözmek olmalıdır. Bir eylemin, işlemin veya
yasama tasarrufunun, siyasi bir belge olan anayasaya göre,
denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan Anayasa Mahkemesi kararının siyasi
sonuçlar doğurması doğal bir zorunluluktur. Bu sonuçlara bakarak Anayasa
Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli
olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir.
Mahkeme mensuplarımız, verdiği kararlarından siyasi ya da sosyal bir
rant elde etme iddialarını onurlarına yapılmış bir saldırı olarak
kabul ederler. Anayasa Mahkemesi, 2010 yılında yapılan Anayasa
değişikliği öncesinde, yargı ile yürütme organı arasında yaşanan
gerilimlerin, ülkemize verdiği ekonomik, siyasi ve sosyal zararların
bilincindedir. Bu sebeple yeni gerilimler yaşatacak meydan okuma
çağrılarını cevapsız bırakmaya kararlıyız.
2010 yılındaki
anayasa değişikliğine kadar, Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük, demokrasi,
laiklik ve sosyal hukuk devleti konularındaki sınırlayıcı ve daraltıcı
anlayışından mağdur olanların bugün, bireylerin hak ve özgürlük
alanını genişleten, önündeki engelleri kaldıran, evrensel standartları
hayata geçiren bir anlayışa dönüşmüş olan Mahkeme kararlarından
rahatsızlık duymalarını yaşadıkları garip bir çelişki olarak görüyoruz.
Bizler adil olmayı kutsal bir görev kabul eden bir medeniyetin
mensupları olarak, gücün ve şartların etkisiyle gömlek değiştiren bir
karakterin sahibi olamayız. Dün hak ihlaline uğrayanların nasıl yanında
yer alınmışsa, bugün de kimliği, kişiliği, gücü ve rütbesi ne olursa
olsun, hak ihlaline sebep olan herkesin karşısına, aynı adalet
gömleğiyle çıkmaya devam edeceğiz. Mahalle baskısı ile yargı
mensuplarının görüş, düşünce ve kararlarının etki altına alınma
çabaları, adaletin kutsallığına inanmış olanlar için geçerli değildir.
Anayasa
Mahkemesi, insan onurunun zorunlu kıldığı hak ve özgürlükleri, hiçbir
ayrım yapmadan ve bir hesabın içinde bulunmadan, ilgilisine
ulaştırmaktan başka amacı olmayan bir yargı kurumudur.
Son
yıllarda yargı alanında yaşananların toplumda yarattığı güvensizlik ve
olumsuzluklar, Anayasa Mahkemesinin adeta bir temyiz makamı gibi
algılanmasına yol açmış, umut haline gelen bireysel başvuru yolunu
kullananların sayısı çok büyük rakamlara ulaşmıştır.
Esasen
tutuksuz yargılanmanın kural, tutuklamanın istisna olduğu bir sistem
yerine, uzun tutukluluğun asıl, tutuksuz yargılanmanın ise istisna
olduğu bir yargı sürecini yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesine yapılan
bireysel başvuruların % 70’inin adil yargılanma konusundaki şikâyetler
olduğu gözetildiğinde, yargı organlarımızın topluma sunduğu adaletin
hangi düzeyde olduğunu sorgulamak zorundayız. Bu oran, önceki bölümde
önemi vurgulanan hukuk güvenliğine, yargı organlarımızın verdiği olumsuz
katkıyı göstermektedir.
Yargıya olan güvensizliğin
yetkililerce güçlü şekilde dillendirilmesi yaşanan sorunları
çözmemektedir. Bu kolaycılıktan vazgeçilerek yargıç ve savcı profilinin
sorunları, yargılama sistemindeki yapısal sorunlar, Mahkememizce tespit
edilen ihlallerin giderilmesi yönünde devlete düşen pozitif ve negatif
yükümlülükler ile alınması gereken tedbirler masaya yatırılarak çözümler
üretilmelidir.
Amacımız, idarenin ve yargı organlarının sebep
olduğu hak ihlallerini incelerken, temel hak ve özgürlüklerle ilgili
evrensel standartların ülkemizde benimsenmesini sağlamak suretiyle
Anayasa Mahkemesinin “etkin bir denetim” yaptığı inancını topluma
yerleştirmektir. Mahkememizin etkin denetim yapmadığı düşüncesinin
yerleşmesi halinde ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin kararları yok sayılarak,
başvuruları doğrudan kabul etmesi gibi bir uygulama ile karşı karşıya
kalacağımız herkes tarafından bilinmelidir. Böyle bir sonucun ise
ülkemiz yargı erkinin demokratik dünya milletleri nezdinde çok ciddi bir
itibar kaybına sebep olacağı açıktır.
Bu nedenle, anlayışla
karşıladığımız tüm eleştirilere rağmen, hak ve özgürlük yollarının
açılması süreci mahkememizce kararlı bir şekilde sürdürülecektir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Son
yıllarda birey ve toplum olarak, yaşanan sorunlarla ilgili en masum
çözüm önerilerini, düşünce ve görüşleri derhal siyasi bir süzgeçten
geçirdikten sonra kabul veya reddeder hale geldik.
Bu yaklaşım
toplumun aşırı siyasallaşmasına, kutuplaşmasına ve kaygı verici bir
gerilimin yaşanmasına yol açıyor. Yaşanan gerilim insanlarımızı taraf
olmaya zorlamakta, söylenenler yanlış da olsa, taraf olmanın
güçlendirdiği inatçılıkla düşünceler savunulmaya çalışılmaktadır.
Sorunlara veya önerilen çözümlere tepkisel tavırlarla meydan okumak,
taraftar bağlılığını güçlendirmekte ise de insanların biraraya gelme,
diyalog ve uzlaşma iradelerini zayıflatmaktadır. Diyalog ve uzlaşma
zeminini kaybettiğimizden dolayı, farklı olanların doğruları ile
zenginleşemiyoruz. Başkalarının haklarına sahip çıkmak bir insanlık
erdemidir. Katılmasak da, hakkı ihlal edilenlerin yükünü paylaşmak,
onurlu insan olma refleksinin doğal bir sonucudur. Demokratik ülkelerin
gücünün yasaklara değil, özgürlüklere dayalı olduğu gerçeği gözardı
edilmemelidir.
Değerli Konuklar,
Yaşanan gerilimlere kim
sebep olursa olsun, bu ortamda gelişen kin ve nefret söyleminin farklı
düşünce ve inanç sahipleri arasında “duygusal bir kopuş”a yol açtığı
açıktır. Kalp ve gönül dünyasını ilgilendiren bu duygulardaki
ayrışmaların, birlikte yaşama irademiz üzerinde olumsuz sonuçlar
doğuracağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu olumsuz sonuçlar siyaset,
kültür, inanç, sanat, spor ve buna benzer etkinliklerde, farklı
kesimlerin birarada yaşamaları için gerekli olan “buluşma alanlarını”
yok etmektedir.
Kin ve nefret söyleminin, korkuyla buluştuğu
böyle bir noktada, insanlarımızı iç dünyalarına hapsedilmiş inançlar ve
beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakıyoruz.
Oysa, çoğulcu ve katılımcı demokratik sistem, “farklılıkların sesli
yaşaması” gerektiği çağrısını yapıyor. Yüzyıllardır biriktirdiğimiz
köklü kültür yapımız ve oluşan inanç dünyamız, demokrasinin tam da bu
çağrısıyla örtüştüğünü söylüyor. Sahip olduğumuz bu sevgi ve hoşgörü
kültürünün lojistik desteğine ihtiyacımız vardır.
Kainatın özü
insan, insanın özü ise eşdeğeri bulunmayan onurudur. Hukukun ve dinlerin
koruma altına aldığı yegane değer budur. Mahkememizin 52. kuruluş
yıldönümünde size verebileceğimiz söz, bu değerin korunması konusunda
mensuplarımızın kararlı iradelerinin devam edeceğidir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Bu
yıl yaş haddi nedeniyle emekli olan üyemiz sayın Mehmet Erten’e yeni
hayatında sağlık ve esenlik dileklerimi sunuyor, yakın zamanda aramızdan
ayrılan emekli üyemiz Servet Tüzün’e de Allahtan rahmet diliyorum.
Başta
zatıalileri olmak üzere, katılan tüm konuklarımıza Mahkememiz adına
teşekkür ediyor saygı ve sevgilerimi sunuyorum. 25 Nisan 2014
Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
Kaynak: / Tarih: 26.04.2014 00:00:00 / Okunma = 1064018